15 Aralık 2020 Salı

BANA TORUNUMU VER...

-Aloo… oğluşuum, anasının kuzusuu, nasılmış benim oğluum?

-İyiyim anne.

-Çok geç açtın telefonu.

-Elyin saksıları devirmiş. Tüm oda toprak olmuş. Onları temizliyordum.

-Alyin ne ya?  Alyan anahtarı gibi. Tamirci mi benim torunum?  Alyan Malyan deme torunuma, onun adı Osman

-El kadar bebeye, Osman adı mı konurmuş?

-Rahmetli babamın adı, karışma sen.

-İyi, çilesini ben çekeyim, adını sen koy.

-Napıyo benim kuzum?  Bugün stori  atmamışın instasına.

-Sabah beri, dağıttığı çiçek saksılarını topluyorum. Ne ara koyayım?

-Ayy… özlüyorum ama ben torunumu…

-Tamam, tamam atarım şimdi.

-Bizim günde ki tüm arkadaşlar, takibe aldı Osman’ımın instasını.

-Aman annee, niye veriyon herkese?

-Herkes mi onlar oğluşum? Onlar  benim arkadaşlarım. Onlar da görsün torunumu ne yakışıklı. Hepsi, kendi torunlarıyla hava atıyor sonra,

-Off tamam tamam ya. Yorum yazmasınlar bari.

-Tamam, kilitleme sakın instayı.

-Bak kargo gelecek yarına. Mama yaptım Osman’ıma, bir de kazak ördüm.

-Geçen sefer gönderdiğin mamalar, ishal yaptı yavrucuğu.

-Yok, bu yapmaz. O sefer bilemedim ciğerden yaptım. Bu tarifi, Aliyeanımdan aldım. Tavuğu iyice tiftikledim. Kemiğini, derisini ayırdım. İçine sebze de koydum.

-Ben alıyom onun mamasını ya… Sen zahmet etme…

-Zahmet mi olur torunuma. Temiz temiz yesin işte. Hem bak, bu sefer konserve şeklinde yaptım. O minik kavanozları bulmak için, tüm şehri aradım. Tek seferlik hepsi de. Konserve bozulmaz ama sen yine de, buzdolabına koy. Kullanacağın zaman, bıçağın ucuyla, kapağına bir fıst yaptır. Kolayca açılır. Taze taze yesin Osman’ım. Ama bak, sakın biraz ısıtmadan verme. Midesini üşütmesin.

-Ayy  anne tamam tamam… Valla bana bu kadar ihtimam göstermedin.

-O benim badem içim, olcak o kadar.

-Bak kargo da kazak var bir de. Örneğini Ayşaanımdan aldım. Kilim desenli yaptım bu sefer.

-Anne ya. Kazağa falan gerek yok diyorum anlamıyosun. Kalorifer var, içerileri sıcak.

-Olsun, balkona bahçeye falan çıkarsa giydirirsin. Hava aldırmaya çıkarıyon demi yavrumu?

-Çıkarıyorum çıkarıyorum merak etme.

-Ama bak dikkat et, mahalle de ki serseri takımına takılmasın. Şırfıntılar aklını çelmesin çocuumun. Ben ona gelin bulacağım, hiç merak etmesin.

-Amaan anne… el kadar bebe daha.

-Olsun olsun, çabuk büyür tosunum, genç irisi o. Hiç öyle, internet ilanı ile falan, eş bulmaya kalkma. Kıyameti koparırım. Ben buldum bile. Ferdaanımın bir torunu var, pembe beyaz pek güzel.

-Off iyi iyi…

-Of deme anneye. Ne zaman gelceniz?  Bak bu sefer Osman’ı da kesin getir. Çok özledim, burnumda tütüyor.

-O zor anne. Uçaktan korkuyor.

-Neden korksun?  Müjgan’ın anasına götürdünüz ama.

-O zaman korktu zaten. Aşısını eve gidince yaptırırız dediydik. Aşısız uçağa almadılar. Havaalanının etrafında aşı yaptıracak yer zor bulduk. Tekrar, nefes nefese, uçağa yetişeceğiz diye canımız çıktı. Uçak havalanırken de ödü koptu. Tir tir titredi yavrucak. Kucağıma alıp zor sakinleştirdim.

-Anlamam ben, o zaman ben gelirim ziyarete.

-Ay anne Corona var,  otur oturduğun yerde.

-O zaman telefona ver yavrumu. Babaannesi bir görsün

-Kuzuuum Osman’ım babaannesinin boncuğu... nasılsın yavruum?

-Miyeaavvv

-Oy kuzum, O patilerini yesin senin babannen.


Hamiş: Torun hasretiyle yanarken, evlatlarının evcil hayvanlarını bağırlarına basan, tüm annaane ve babaannelere, en içten saygı ve sevgilerimle…


23 Eylül 2020 Çarşamba

KENDİ “DIY”IMIZI KENDİMİZ YAPARDIK

Allah cezanızı vermesiiin?… Ne bu mutfağın hali böylee?…

Eyvah annem mutfağa girmiş. Hâlbuki suç delillerini itina ile kapatmıştık. Yerlere dökülen unları el süpürgesi ile kapının arkasına süpürmüş, masanın üzerindeki hamur bulaşığını, bulaşık süngeri ile iyice silip temizlemiştim.

Tüh…Un kavanozunun üstünde kalan, hamurlu el izlerini silmeyi unuttum galiba ya da kapının arkasına süpürdüğüm unları annem gördü. Ne yapayım, ne kadar uğraşsam da bir elimle süpürge tutarken, diğer elimle küreğe süprüntü doldurmayı beceremedim. Ben de kapının arkasına süpürüp, üstünü süpürge ile örterek gizlemiştim.

Elimizdeki suç aletlerimizle beraber, balkondan merdivenlere kaçarken, annemin yeni bir feryadı ile sıçradık.

Kııız… bu makasımı hanginiz aldı yerinden?

Hay Allah!  makası yerine koymayı unutmuşum. Bizim de kâğıt makasımız var ama Annemin Alman Markı  vererek satın aldığı, Solingen makas gibi değil ki. Küçücük makasla,” kırt kırt kırt “en az üç hareketle keseceğin mesafeyi, Solingen makas kıtııırrrtttt diye bir hamlede kesiyor.

Suçumuz da suç değil ki Allasen. Uçurtma yapıyoruz, komşunun kızıyla. Galiba eylemden çok, eylem süreç ve araçlarıydı, annemin gazabını çeken.

Eskiden, çook eskiden, Develerin tellallık,  pirelerin berberlik yaptığı zamanlarda, biz çocuklar da kendi oyuncaklarımızı kendimiz yapardık.

Evde kıyameti kopartan hadise de söyle gelişti efendim. Gazete kâğıtlarını aldık, kargı çıtaları bulduk, ince sicimi harçlıklarımızla satın aldık, uçurtma yapacağız. Tüm bunları birleştirmek için yapışkan lazım. Tüpte satılan UHU lardan almak pahalıya geleceği için, yapışkanımızı kendimiz yapıyoruz. Un ve su ile kardığımız hamur yapışkan.

Annemin komşu ile balkonda lafladığı zamanda mutfağa girdik, un kavanozundan aldığımız una biraz su katarak macun yaptık ama koyu oldu. Biraz daha su ilave edince ise iyice cıvıklaştı. Hamurlu ellerle un almaya çalışırken ise birazcık(!) un döküldü birazcık(!) ta kavanozda hamurlu el izlerimiz kaldı.

Hâlbuki sırtımızdan ter akarak izlerimizi kapatmıştık, amma anne feraseti, gözlerinden hiçbir şey kaçar mı? Suç izlerinden yakalandık.

Oturduğumuz mahalle dağın hemen yamacında. Dağın eteklerinde geniş düzlükler ve mahalle aralarında ki büyük ve boş arsalar uçurtma için oldukça uygun alanlardı. Rengârenk uçurtma yapmak için, defterlerimizi kapladığımız, parlak jelatin kâğıtlar vardı elbette,  ama bu masrafı yapabilmek için ustalaşmak, bunun için de birkaç ön çalışma yapmak gerekirdi. Böyle olunca da önce gazete kâğıtları ve hamur yapıştırıcı ile denemeler yaparak, kuyruk uzunluğunu, uçurtma ipinin ölçeklendirmesini, kargı çubuklarının genişliğini ve uzunluğunu, bağlantı yerlerinin sağlamlığını ayarlamak için ipin kaç kere sarılması gerektiği gibi ayrıntıları, bu denemeler yoluyla öğrenirdik. Tabi usta bir çocuktan uçurtma satın almak ya da büyüklere yaptırmak gibi alternatifler olsa da, büyükler uğraşmaya yanaşmaz, satan çocuk ise kaç haftalık harçlığımıza mal olacak bir fiyat isterdi. Bir de “ben yaptım” demenin havası başka tabi.

Kargı, yakında ki, yazları suları iyice kuruyan  dere yatağının kenarlarında, bolca bulunan sazlardan yapılırdı. Kopartıldıktan sonra iyice kuruyan sazlar, dikkatle ikiye bölünür, aynı boyda kesilir üç veya dört kargı, ortalarından iple sıkıca sararak birleştirilip, altıgen veya sekizgen bir çerçeve oluşturulurdu. Bu çerçevenin aralarına ip gerilir, yere yayılan gazete üzerine yatırılıp, aynı ölçüde kesilen gazetenin kenarları, çerçeve iplerinin üzerinden katlanarak, yapıştırılırdı. Sazlar ne kadar çok kurursa o kadar hafif olur, gazete ne kadar gergin ve düzgün kaplanırsa hava akımına karşı o kadar sağlam durur ve yükseğe çıkardı.

Maalesef, onca uğraşıma rağmen, iyi bir uçurtma yapmayı beceremedim. Galiba erkek çocuklar, bu konuda bizden daha yetenekli oluyordu. Havalanan uçurtmalarının ipini, kız kardeşine, bazen kısa bir süre veren abisi olan, şanslı kızlardan olamayınca, biz de şeytan uçurtması dediğimiz, defter sayfalarından yapılan uçurtma ile idare etmek zorunda kalırdık.

O zamanlar, gazeteler, oyuncak yapımı için, çok fonksiyonel malzemelerden biriydi. Alt sokağın başında ki yayla çeşmesinin yalağında yüzdürmek için, gemi filosu bile yapabilirdin mesela. Sonra güneşten korunmak için şapka, komşunun ağacından topladığın erikleri koymak için kesekâğıdı ,ve hayal gücünün genişliğine göre daha bir sürü şey.

Erkek çocuklar, dağın yamacından başlayıp, aşağı caddeye kadar inen yokuşta sürmek için, tahta arabalar yapardı. Bilyeli rulman tekerlek takılan araba, yokuş aşağı inerken, gök gürültüsü gibi ses çıkarır, rüzgâr gibi, aşağı caddeye bir solukta inerdi. Çocukların becerilerine göre, direksiyon veya fren gibi mekanizmaları olan arabalar da vardı. Bir abimin olmamasına en hayıflandığım anlardan biri de, ağabeylerinin arkasında oturup, neşeli çığlıklar atarak kayan kız arkadaşlarımı, iç çekerek seyrettiğim o zamanlardı.

Soba telleri de, gazete kadar, fonksiyonel malzemelerden biriydi. Bükülerek, iki tekerlek şekli verilen tellere, başka bir tel parçası ile direksiyon yapılır, koşarak çember döndürür gibi tel araba sürülürdü. Daha maharetli olanlar, dört başı mamur araba, bisiklet bile yapardı. Hele de babanın malzeme çantasından, pense veya gagaburunu göstermeden alabilirsen, daha küçük ama daha kompleks oyuncaklarda yapabilmek mümkündü.

Tabi bu arabaları, kız ve erkek çocukları da yapabilirken, birbirimizin alanlarına girmediğimiz oyuncaklar da vardı.

Mesela, şimdi Barby evi dediğimiz evlerin benzerini, biz karton kutulardan yapardık. Dikkatle çizilip kesilen kutuya, açılır kapanır kapı pencere  yapar, pencereye kumaştan perde geçirir, içine karton ve kumaşlardan, renkli kâğıtlardan mobilya bile uydururduk. Hatta yaptığım bir evin içine, babamın da yardımı ile minik kırmızı bir gece lambası bile koymuştum. Odanın lambasını kapatınca evceğizimin pencerelerinden dışarı süzülen kırmız ışık, sevinçten el çırparak  havalar zıplamama sebep olmuştu.

Sonra, yine kızların yaptığı, şimdi hazırları olan, bebek giydirmece oyunumuz vardı. Kartondan yaptığımız bebeğe, yine kâğıtlara çizip boyadığımız, farklı kıyafet kombinasyonlarını dikkatle keser ,bir modacı ciddiyeti ile bebeklerimize giydirirdik. Oyuncak bebeklerimize, artık kumaşlardan giysi dikerek, terziliğe ilk adımlarını atan arkadaşlarımız bile olurdu. Yine, bebeklerimize tığ ve şişlerle kazaklar, elbiseler örmek, bizim hayal gücümüze ve el becerimize kalmış uğraşlardı.

Ayrıntısına girmeyeceğim, yağlı çamur dediğimiz killi çamurlardan yaptığımız, fincanından televizyonuna, tüm evin mobilyalarını yapabildiğimiz dekoratörlük denemelerimiz de mevcuttu tabi.

 Tüm bunlardan, daha fazla zevkli moda uğraşı ise, evcilik oynarken yaptığımız gelinliklerdi. Bu gelinlikleri yapmak el maharetinden ziyade, annelere görünmeden, malzeme temin edebilme mahareti gerektirirdi. Öncelikle dikdörtgen bir namaz örtüsü gerekirdi,  bu iş için. Normal, pamuklu tülbent, namaz örtüsünden olmaz ama. İpekli  veya şifon, iğne oyalı mevlit örtüsü olması lazım.

Allah aşkına, pamuklu kumaştan gelinlik gördünüz mü hiç?  Elbette ipek olmalı da, işte o mevlit örtülerini ele geçirmek, her yiğidin harcı değil. Gelin ve bebek mevlitleri için iğne oyasından yapılan o örtüler, anne çeyizlerinin en mutena ve pahalı parçalarıydı. Beyaz, pudra pembesi, bebek mavisi gibi renklerde olan bu mevlit örtülerini ele geçirebilirsek, beyazdan gelinlik, diğerlerinden nişan elbisesi yapardık. Yalnız” bir evcilik oyununda, aynı anda, hem nişanlık, hem gelinlik giyen kızlar olur mu?”  sorusuna cevabımız yoktu tabi de, böyle bir soru da aklımıza gelmezdi.

Fare gibi sessizce, çeyiz sandığından yürüttüğümüz, bu mevlit örtülerini, kol atından geçirerek pareo gibi boyun etrafından dolaştırır, ensemizde kocaman bir fiyonkla birleştirirdik.

Gelinlik tamaaam. Sıra da duvak var. Duvak için ise, o zamanlar, bahçeli evlerin kapısına gerilen tüller, en uygun malzeme. Bu da, en az, çeyiz sandığından mevlit örtüsü kaçırmak kadar zor bir eylem. Zaten bu tülü getiren, oyunda gelin olma hakkını, bileğinin hakkı ile kazanmış sayılırdı. Duvağa eklemek için, çiçek bulmak, işin en kolayı. Bir de gelin teli, genellikle düğünlerde, konuklara da verildiği için hepimizde olan bir aksesuar. Hele de yapma inci bir kolye bulursan tamamdır. En seçkin(!) en elit(!)  gelin olmak mümkün artık.

Evet, son kalan  tehlikeli bir malzeme teminini daha başarırsan, dört dörtlük bir gelin olmak mümkün artık. Topuklu bir ayakkabı ile beyaz bir çanta. Bunları alması biraz daha kolayda, dışarı çıkarken anneye yakalanırsan,  tüm bu hazırlıkların,  güme gitmesi ihtimali söz konusu. Zira, bunları arkana saklayarak çıkarmak, diğerlerine nispeten daha zor.

İşte, bunca elit(!) ve kibar(!)  gelinlik giyen, gelin kızlarımızın yanına yakışacak elitlikte damatlık uydurabilmek mümkün olmadığı için, bu düğünlerimiz hep damatsız olurdu. Kayınvalide görümce filan da olmaz, herkes nedime takılırdı.

Şimdi bakıyorum da o oyuncak üretme, el maharetini, hayal gücünü, yaşam becerisini geliştiren, detaylarla mutlu olmayı öğreten, ne kıymetli oyunlarmış.

 

13 Eylül 2020 Pazar

ÇOKOMEL TADINDA ÇOCUKLUK.

 

Bir kavanoz Çokomelin, beni bunca mutlu edeceğini ,nereden bilebilirdim ki?

Akşamüstü geç vakit bir markete girdim. Marketin kapanmasına tam 36 dakika kalmış. Nasıl da yorgunum. Market arabasına yaslanmış bir vaziyette, adeta ayaklarımı sürüyerek ilerliyorum. Alışveriş listemdeki ürünlere rastladıkça, bezgin hareketlerle alıp arabaya atıyorum.

Alacaklarım bitti kasaya yaklaşırken birden o ne!!!

Market rafları, mavi haleli bir ışıkla aydınlandı. Diğer tüm ürünler yavaşça kayboldu, raflar boşaldı sadece “O”  kaldı. Ayaklarımın altından zemin çekildi, etrafımda el ele vermiş Çokemeller dans etmeye başladı…

Yok ya, tabi ki de öyle olmadı.

Bir baktım, indirim rafında, mavi mavi gülümseyen bir kavanoz Çokomel.  Market ışıkları altında, mavi jelatinli ambalajı ile göz süzüyor.

İçimde ki çocuk, el çırparak zıplamaya başladı. Kıyamadım, bir kavanoz Çokomeli alışveriş arabasına attım, kasaya geldik. Kasadan geçtikten sonra, Çokomelleri kucakladı, eve kadar yüzünde kocaman bir gülümseme ile geldi.

Bu kocaman gülümsemenin sebebinin, çikolatanın verdiği sahte mutluluk olmadığından eminim. Zira dolapta, üç aydan beri bekleyen, ancak üçte biri yenilmiş çikolata paketi hala duruyor.

Evde, her an güzümün önünde olacak şekilde, masanın üzerine koydum, girip çıkıp seyrediyorum. Her seferinde yüzümde kocaman, aptalca bir gülümseme. Ve inanın,  üç gün boyunca bir tekini bile çıkarıp ta yemedim.

Peki, neydi içimdeki çocuğun ayaklarını yerden kesen, onu bunca mutlu eden şey?

Tabi ki çocukluk hatıraları…

O zamanlar böyle kavanoz dolusu Çokomel yoktu. Üçlü paketler halinde,  ya da tek tek satılırdı. Ve hala arada bir, denk geldikçe de alırdım. Şimdi böyle, bir kavanoz dolusu olunca, adeta bir düğmeye basılmış gibi, beni çocukluğuma ışınladı.

Galiba o zamanlar, gramajı biraz daha fazlaydı ya da bana daha büyük geliyordu. Şimdi küçülmüşler gibi hissediyorum.

Şimdi Çokomel yemenin raconu, ambalajını çıkarırken başlar. Yırtmadan çıkarmak önemli. Sonrasında, yavaş ve nazik hareketlerle tamamen çıkarılıp, düzeltmek gerekir. Bir sonraki aşama da ise iki kâğıdın arasına koyarak tırnakla düzeltme. En son ise, kâğıdın arasından çıkarıp, yine tırnakla kazıyarak ama yırtmadan son rötuşları verme safhasıdır.

Bu son safha en önemlisiydi. Ve bunun için en uygun zamanlar ise, hafta sonuna yaklaştığımız günler olurdu. Hafta başında mendil ve tırnak kontrolü olduğu için, dipten kesilmiş tırnaklarla düzeltmek mümkün olmadığından, hafta sonuna doğru, tırnakların uzamasını beklemek gerekirdi. Her an yırtma korkusu ile yavaş ve dikkatli hareketlerle işlem uygularken yüreğimiz ağzımızda adeta nefes almadan kazırdık. Ne kadar dikkatli olsan da muhakkak arada yırtılıp ziyan olan ambalajlarda olurdu.

O zamanlar daha lisanslı ürün gibi sınırlamalar olmadığı için, Çokomel ambalajının üzerinde çeşitli Walt Disney karakterlerini resimleri basılırdı. Bazı karakterler daha fazla çıkarken bazıları daha az bulunurdu.Bir de rengarenk ambalajları olurdu. Kırmızı,mavi, mor, sarı. Bunları gruplayarak, dikkatle defterlerin arasına yerleştirir, fazla olanları başka arkadaşlarımızla değiş tokuş ederdik.

Bir başka değerlendirme yolu ise resim çerçevesi yapmaktı. Dikkatle katlayıp, birbirinin arasında geçirerek yapılan bu işlem, ayrı bir el becerisi gerektirirdi. Renkleri sırayla dizerek, araya ambalajın parlak kısmını koyarak, farklı kombinasyonlar denerdik.

Ben bunlara dalarken, Entel Bacı oradan diyor ki, “tüm bunlar, kaçış sendromu. Hayatında başa çıkamadığın sorunlarından kaçarak, çocukluk anılarına sığınıyorsun. Çocukluğunu bu kadar sık hatırlaman, sorumluluksuz zamanlarına duyduğun özlemden kaynaklanıyor.

Entel Bacı böyle ukalaca söylenmeye başlayınca, diğer tüm bacılar ona dönüp” hadi kardeş, işine bak sen” diye ayar verdiler. Garibim o da “hıh” diye omuz silkip,sesini çıkarmadan okuduğu “Sevgili Arsız Ölüm” romanına döndü.

Şimdi diğer bacılarla oturmuş, Çokomel kavanozunu seyrederken, bir yandan da Entel Bacını söylediklerini düşünüyorum.

Gerçekten de, doğruluk payı var mıdır acaba?

 

2 Temmuz 2020 Perşembe

HAYALLER PERİLİ KÖŞK, HAYATLAR ???

Sokağımızın başında ki köşk(!) adres tarifi ve buluşma noktasıydı. Kurtuluş savaşında Yunanlıların çekilirken yaktığı şehirde, tarihi diyebileceğimiz pek bir bina kalmadığı için, eski yer evlerinin arasında hemen seçilirdi tabi bu iki katlı ev.

Gerçek anlamının yanında çok mütevazı kalsa da ben yine de perili köşk diyeyim. Yani peri falan gibi söylentileri de hiç duymadım, onu biz uydurduyduk aslında ama olsun. O benim için perili köşk.

Perili köşkün merdivenleri,  hemen karşısında ki lise öğrencilerinin sevgilileri ile de buluşma noktasıydı. Hafta içi her ikindi vakti okuldan çıkacak “görl frend”lerini bekleyen delikanlılar güneşten korunmak için bu köşkün merdivenlerine sıralanarak beklerdi. Tabi o saatlerde biz mahallenin çocukları buraya yanaşamaz başka oyun alanlarında oynardık.

Lise dağıldıktan sonra da bu sefer bir süre daha beraberce merdivenlerde oturan gençlerin dağılması ile köşk bizim hâkimiyetimize geçerdi.

Karşıda ki lisenin bahçesi de bizim oyun alanımızdı. O zamanlar çok moda olan hulahup çevirdiğimiz laklak şaklattığımız, araba geçmeyeceğinden emin olduğumuz koca bir oyun bahçesi. Ay bir oyuncak daha vardı ama adını hatırlamıyorum. Bir ucunda halka diğer ucunda ise plastik küçük bir top olan uzun bir ipti.  Halkasından ayağa takılır bir yandan koşarken halkanın ucunda ki ip yardımıyla ayağın ekseninde çevrilir diğer ayak ile de topun üstünden atlanırdı. Yani anlatması bile zorken, koşarken bir ayağınla çevirip diğer ayakla üzerinden atlamak daha da zordu. Yüksek kondisyon ve çeviklik isteyen ama o oranda da zevkli bir oyuncak.

Özellikle yazı serin saatlerinde oyunlar oynarken,  sıcak saatleri ise okuma zamanı yapardık.

Kemalettin Tuğcu ’nun kitaplarından Jules Verne’inin kitaplarına terfi ettiğim yaz, benim için dönüm noktası olan senelerdendi. Pek fazla uzak olmayan şehir kütüphanesine taşınarak tüm kitaplarını bitirdim. Denizler altında 20.000 fersah.  Aya seyahat,  Balonla Beş Hafta, 80 Günde Devriâlem, İki Yıl okul Tatili, Dünyanın Merkezine Seyahat ve daha birçok eserini kısa sürede yutarcasına okudum.

İşte bu kitaplar benim içimde ki keşif arzusunu, bilinmeyene merakı arttırdı. Yepyeni ülkeleri,  kıtaları keşfeden kâşifler seyyahlar,  benim hayali arkadaşlarım oldu.

Şimdi bu kitaplar benim içimde ki keşif ve macera arzusunu uyandırdı da nereyi keşfedeceksin?

Lisenin önünden tarihi bir camiye kadar uzanan bir sokağımız var. İki yanında ki çıkmaz sokakları ile karınca yuvasını andıran dönemeçli sokakları girintileri ve çıkıntıları ile aslında keşfe çıkılabilecek yerler de yok değil. Gerçi buralarda ne keşfedilebilir onu da bilmiyorum ya.

Bu sokaklar iyi hoş da zabıtası çok. Bir kere her sokağın başında, altlarında oturakları, ellerinde beş şişle çorap ören teyzeleri var. Onlara takılmadan geçebilmek imkânsız. Önce uzaktan dikkatlice süzmeye başlarlar, yakına gelince de gbt vermen gerekir.

-Kimin kızısın sen? Adın ne?

-Falancanın…

-Nerde oturuyonuz?

-Sokağın aşağısında ki apartmanın alt katında.

-Ha… Öğretmenin kızı mısın sen?

-Evet…

-Annen nasıl iyi mi?

-İyi iyi sağ olun.

-Selam söyle… Üst katınıza yeni gelin gelecekti taşındı mı o?

-Yok, daha taşınmadı. Düğünden sonra taşınacakmış.

Hah tamam, güvenlik soruşturmasından geçtik derken, yeni sorular.

-Kime geldin?

-Napcan orda? Vs. vs.

Eh bu kadar soruşturmadan sonra o sokaklarda ince ince keşif nasıl yapacaksın ki. Ordan geçsen köşeyi dönünce yeni bir sorgu ekibi ile karşılaşırsın.

Lisenin bahçesini avucumuzun içi gibi biliyoruz. Tırmanılacak ağaçlar çok ama orada keşfedilecek bir şey yok. Bir de bahçe kapısı aslında kapalı da bu bizim girişimize engel olamıyor. Duvarlar ile parmaklıkların birleştiği bazı yerler,  içeri girecek zayıf noktalar. Buralardan tırmanarak girerken İstanbul’u fetheden Ulubatlı Hasan ya da bir kaleyi fetheden komutan hazzını yaşıyoruz aslında da. Kalenin her yerini keşfettik.

İşte bu duygularla boğuşurken Kemalettin Tuğcu ‘nun Arsadaki Demir Kapı kitabını okudum. Diğer Kemalettin Tuğcu kitaplarından oldukça farklı bir kitap. Bir gurup çocuk oynadıkları arsada ki demir bir kapıyı açıyor, içerisini temizleyerek kendilerine oyun alanı yapmak için giriyorlar. İçeride ki çöpü toprağı atınca zeminde merdivenler keşfediyorlar. Merdivenlerde zümrüt küpe bulunca da araştırmalarını derinleştiriyorlar ve Cinci Hoca denilen tarihi bir şahsiyetin hazinesine ulaşıyorlar oradan Bizans dönemi n de inşa edilen ayazmayı buluyorlar filan. Off ne heyecan, ne heyecan. Bir solukta okudum kitabı.

İşte o zaman kafamda bir ışık yandı. Kıtalar arası dolaşan hayallerim bir yerde karar kıldı. Hedefim belirlendi. Ya o köşede ki köşkte de böyle şeyler gizli ise?

Peşime komşu çocuklarını taktım köşke keşfe çıktık. İyi de hiçbir gedik yok. Evin girişinde ki merdivenlerin sonunda, demir tokmaklı kale kapısı gibi bir kapı var. Açabilmek imkânsız. Bahçe duvarları aşılamayacak kadar yüksek. Alt katın pencerelerine içeriden duvar örmüşler. Dallarının ucu dışarıya sarkan bir ağaç var ama o dallardan içeri girebilmek mümkün değil. Küçük de olsak bizi taşımaz.

Giremediğimiz bu köşk hayalimizde büyüdü de büyüdü. Bir önceki yazımda anlattığım gibi hikâyelerimize,  hayallerimize konu olmaya başladı. Kendi kendimize kurduğumuz hayallere inanıp merakımızı daha da büyüttük.

Uzun zaman bu köşkü keşfetme hayali ile yaşadık. Evde yaşayan perileri cinleri merak ettik. Besmelesiz yanında geçmedik filan.

Aman Allah’ım bir gün ne göreyim? Perili köşkün bahçe kapısı açık. Hemen koştum baktım,  ev sahibimizin hanımı Emine Teyzeyi gördüm bahçede. Elinde bir kova.

İzin falan istemek aklıma gelmeden daldım içeri.

Emine Teyzeler yakın köylerden birindenler. Zamanında Almanya ya çalışmaya gitmiş kesin dönüş yapınca da oturduğumuz, o zaman daha üç katını çıktıkları evi yaptırmışlar. Biraz da bağ bahçe almışlar. Hala çiftçilik hayvancılık falan yapmaya devam ediyorlar.

İşte o köşkün(!)  bahçesine süt üretmek için bir inek getirmişler. Emine teyze de elinde kova süt sağmaya gidiyor.

Evin sadece bahçesinin anahtarı var evin anahtarı yokmuş. Olsun,  kırık camlardan birinden elimizi uzatıp bir pencereyi açtık. Ev sahibimizin kızı Derya ve daha birkaç çocuk, o penceren içeri girdik.

Kapalı pencerelerin arasından süzülen ışık,  içeriye hülyalı bir hava veriyor. Işık huzmesini yakalamaya çalışmak beyhude tabi,  eline sadece biraz toz zerreleri geçiyor ama biz lazer yakalamaya çalışan kediler gibi o ışık huzmeleri ile de bayağı oynadık.

Sonra iç merdivenlerden yukarı çıktık. O kadar hayal kurduğumuz evin içi bomboştu.

Sadece duvarın birinde,  üzerinde yaşmaklı Osmanlı Kadını resmi olan eski bir takvim vardı o kadar…

 

                                                                               Bahsettiğim buna benzer bir oyuncaktı




22 Haziran 2020 Pazartesi

YERLİ VE MİLLİ ALACA KARANLIK KUŞAĞI


Yetim bir kız varmış. Üvey annesi onu döver çok zor işlerde çalıştırırmış. Zavallı kız daha fazla dayanamamış ve bir gün evden kaçmış. Gün boyunca yürümüş yürümüş sonunda yorgun düşmüş. Bu arada yaşadıkları şehirden de iyice uzaklaşmış. Sığınacak bir yer ararken uzaktan bir ışık görmüş. Işığa yaklaştıkça da çalgı sesleri duymuş.

Sonra ne görsün. Büyük bir ateş yanıyor etrafında da cinler dans ediyor. Meğer cinler padişahının kızının düğünü varmış. Bu da aralarına karışmış. Onlarla oynarken birde bakmış ki üvey annesinin en sevdiği elbisesi cinlerden birinin üstünde. Hemen yaklaşmış. Fark ettirmeden ucundan bir parça yırtıp cebine saklamış. Cinler onu çok sevmişler giderken yanına bir torba dolusu altın vermişler.

Sabah kız bir uyanmış ki cinlerden hiçbir iz yok. Altın torbasında da kuru soğan kabukları dolu.

Hemen koşa koşa eve gelmiş. Üvey annesinin sandığından elbisesini çıkarmış bakmış. Aynen akşam ki elbise üstelik te eteğinin bir parçası yırtık. Elinde ki yırtık parça da oraya tam uyuyor…

İşte bu aşamada,  yani gizemin çözüldüğü aşamada sesini iyice alçaltır adeta fısıldayarak anlatır korkuyla açılmış gözlerle seni dinleyen arkadaşlarınla kafalarınız birbirine değecek kadar yaklaşırsınız.

-Ee onların cin olduğunu nereden anlamış ki?

-Çünkü cinler harabe yerlerde gece ateş etrafında toplanarak dans ederler…

-Bir de cinlerin göz kapakları yukarı doğru açılır ayakları da terstir.

-Altınları alıp yerine soğan kabuğu mu bırakmışlar?

-Hayır, canım onların parası altını soğan kabuğundandır. Ama sadece geceleri, gündüzleri yeniden soğan kabuğuna döner.

-Ayy ama cinler adlarının anıldığı yere gelirlermiş. Cin dememek lazımmış.

-Ee ne diyeceğiz o zaman?

-Üç harfli diyeceksiniz. Bir de geceleri çöp dökmeye çıkmamak lazımmış. Çünkü cinl... Aman yani üç harfliler çöplerden beslenirmiş.

-Cinl… Aman yani üç harfliler geceleri hayvan kılığına girerlermiş. Gece kedi köpek eşek gibi hayvanları görünce euzu besmele çekmek lazımmış…

-Bir de iki tarafına tüf tüf diye tüküreceksin…

-Haa bide giyeceklerini katlamadan koyarsan gece onları üç harfliler giyermiş…

Uzun yaz günlerinin, güneşin yakıcılığını yitirdiği ikindi vakitlerinde ki en güzel eğlencelerden birisi de korku hikâyeleri anlatmaktı.

Ama böyle hikâyeler her yerde anlatılmaz tabi. Hikâyeyi destekleyecek ambiyans için mekân önemli. Kömürlük olur harabe bir evin içi olur, loş ve karanlık bir yer olmalı ki etkisi artsın.

Tabi daha o zamanlar, ithal malı zombiler,  Twiligt zone kurguları filan daha yurda giriş yapmamış. Kurt adam ve vampirler kontu Drakula biraz biraz bilinmekle beraber popüler değil.

Bu korku hikâyeleri saatlerinin en başkarakterleri tamamen yerli ve milli kahramanlar olan cin ve peri hikâyeleriydi.

Birisi hikâyeyi anlatmaya başladı mı diğerleri de eksik yerleri tamamlar Cin kültür ve bilimleri uzmanı edasıyla büyük bir ciddiyetle onların hayatları kültür ve gelenekleri hakkında bilgiler verir cin çarpmasından korunma yöntemlerini anlatırlardı.

Nispeten büyükler bu konuda uzmanlıklarını konuştururken daha küçükler korku ile açılmış gözlerle manyetize olmuş gibi başlarını konuşandan konuşana çevirerek dinlerlerdi.

Dinlemekten daha zevkli olan ise üniversite kürsüsünde ders anlatan bir profesör yetkinliği ve edasıyla anlatırken, dinleyicilerin gözünde ki o kesif korkuyu görmekti.

Ne kadar ciddi olursan o kadar ciddiye alınırsın tabi…

Bizim korku hikâyelerimizin mekânı, sokağımızın köşesinde ki metruk konaktı. Hani konak dediysem de iki katlı büyükçe bir ev. Evin kuzey tarafında ki merdivenleri, üç beş basamak sonra binanın içine doğru devam eder, önünde ki büyük çınar ağacının gölgesi zaten loş olan ortamı daha da gölgeli hale getirerek adeta bir korku filmi platosuna çevirirdi.

Bu konularda uzman olan çocuklardan biri olarak, her anlatışımda daha da gizem katacak detaylar ekler, sesimi alçaltıp yükselterek etkiyi arttırmaya çalışırdım. Bu uzmanlık çocuklar arasında saygı görmenin ve ciddiye alınmanın yollarından biriydi elbette.

Buraya kadar iyi hoş da bir de bunun korku saatinin bitip eve dönme safhası vardı. Kesin ezandan sonra sokakta kalmamalısın. Eğer loş merdivenlerde, saatin geçip havanın karardığını fark etmez ya da hikâyeyi yarıda kesemezsen ezanın sesi ile yerinden fırlar terliklerin ayağından fırlamasın diye tökezleye koşarak ezan bitmeden eve yetişmeye çalışırdın.

Kendi dibini zor aydınlatan, sarı ışıklı sokak lambalarının olduğu sokaktan, floresan lambaların aydınlattığı evine varıp, kapıyı kapatıp sırtını kapıya yaslayarak derin bir oh çekmenin rahatlığı anlatılmaz tabi.

Haa o zamanlar floresan lambalar yeni çıktığı için bu çiğ ışık, modernliğin meşalesi gibi yeni yeni evleri aydınlatmaya başlamıştı. Bizim evimiz de de floresan lamba ile aydınlanan apartmanlardan birinin zemin katındaydı.

Bunca şeyi nerden bilirdik inanın hiç bilmiyorum. Galiba bizim o zamanın sürümü çocuklarına standart donanım olarak yüklenmiş dünyaya geliyorduk. Zira büyüklerden bu tarz şeyler duyduğumu hatırlamıyorum, İnternet bilgisayarın daha adı bile duyulmamış, masal kitaplarında bunca detay verilmiyordu. Zaten masal dediğin adı üstünde masal, yani tamamen hayal ürünü olan gerçek olmayan hikâyeler demek. Ama bu üç harfli kültür ve edebiyatı tamamen farklı bir bilim ve uzmanlık alanı.

Dede Korkut edasıyla ve bir üç harfli bilimleri uzmanı antropolog ciddiyetiyle anlatıp korkuttuğum arkadaşlarımın ahı yazın köyde çıktı ama. Dedemlerin tuvaleti bahçeyi dolanarak geçilen uzak bir köşede. Akşamları oraya gitmek zorunda kalmak ise tam bir kâbus. Kardeşlerime yalvararak yanıma refakatçi alıp, ayaklarım sırtıma vurarak koşa koşa gidip gelmek zorunda kalınca tuvaletleri bahçelerinde olan arkadaşlarıma ne yaptığımı, bilinçaltlarına nasıl bir korku empoze ettiğimi anladım ama…

Napayım ama zorla mı dinlettim?  Anlatmam için ısrar ettiler dia o kadar

Neyse ya… Sokağımız da ki perili konağın hikâyeleri çok bende, sonra bir ara anlatırım.

 






9 Haziran 2020 Salı

PRATİK EĞİTİMDEN ONLİNE EĞİTİME BİYOLOJİ…


PRATİK EĞİTİMDEN ONLİNE EĞİTİME BİYOLOJİ…

-Anne bana para verir misin?

-Daha yeni verdim ya oğlum…

-Ama bittii…

-Napcan parayı oğlum ya?

-Jeton alcam yeniden. Tırtılların kafasına tokmak vurmaca oynicam…

-Bissürü oynadın ya oğlum. Hem bak pizza ve pasta da yedin. Yeter bu günlük…

“Anne para verir misin  ?” yalvarmaları bir süre sonra ”anneeaağ para istiyooom…” feryatlarına dönüşür. Bir Avm gezmesi daha öfkeli suratlar ve çekiştirilerek eve götürülen çocuk görüntüleri ile sonlanır.

Şimdi ne yapsın çocuk? Tırtılı ancak Avm de oyuncak olarak görüyor. Hâlbuki tabiata bir çıkabilse ne oyunlar ne oyuncaklar bulacak…

Şimdi tabiatta ki en güzel oyunlar hayvanlarla oynanan oyunlar.

Hayvanlar ise ikiye ayrılır. Elle tutulanlar, çubukla dürtülenler.

Elle tutulanlar tüylü kürklü tüm hayvanlar diyebiliriz. Tavşan, kuzu, ördek, kedi, köpek, civciv gibi hayvanlar.

Çubukla dürtülenler ise, korkulduğu ya da tiksinildiği için ele alınamayan,  solucan, tırtıl, arı, kurbağa gibi hayvanlar.

Yani “dürtme” ,sosyal medya da hayatımıza girmeden çok önce, çocukların” alanda biyoloji”  eğitiminde yaygın kullandığı bir eylemdi

Sokakta oynayabilme özgürlüğü olan çocukların en kolay erişiminin olduğu hayvanlar kedi köpekler. Sonra pazardan alınan civcivler, kafeste beslenen muhabbet kuşları. Daha şanslı olanlar ise bir şekilde bir köyle bağlantısı olabilenler. Tatil köyü yazlık gibi köyler değil ama basbayağı organik köy. Haa, şehirlerin kenar köşe mahallelerinde oturup ta boş arsa şeklinde oyun alanlarına sahip olanlar da bir nevi bu kategoriden sayılabilir.

Eğer bir köye gidebiliyorsanız kedi köpeğin yanında kuzu, oğlak, tavşan, hindi, kaz, civciv hatta sevimli bir sıpa ile bile arkadaşlık edebilme ihtimali var. Yalnız civcivlerle oynayabilmek azıcık sıkıntılı olabilir. Zira biraz etrafında dolanınca, annesi tavuk hanımefendi, kanatlarını kabartmış şekilde bir gözdağı verir. Aldırış etmeyip bir civcive el sürmeye kalkınca da atmaca gibi saldıran tavuk hanımefendinin, gaga darbelerinden kaçabilme çevikliğine ve hızına sahip olmak gerekir tabi.

Ne demişler “analı kuzu, kınalı kuzu”  Şehir pazarlarında satılan, çiftlik mahsulü, sapsarı yetim civcivcikler gibi değil tabi köy civcivleri. Feleğin çemberinden geçmiş, kendi besinini kendi bulan, ayakları üstünde sapasağlam durabilen köy tavuğu analara sahipler. Öyle elinize alıp yumuşacık tüylerini okşarken sımsıcak titreyen vücudunu ellerinizin arasında hissedemez kalp atışlarını avuçlarınızda duyamazsınız. Büyüyüp analarının himayesinden çıkınca da artık bir cazibesi kalmaz.

Çocukluğumun geçtiği şirin Ege kentinde daha kentsel dönüşümün olmadığı mahallelerde bol miktarda oyun alanımız vardı. Sokaklar ve boş arsalar eski yıkık evlerin bahçeleri. Saklambaç körebe çelik çomak yakan top gibi efor gerektiren oyunlardan sonra kan ter içinde su içmek için bahçesine dalacağımız brik kaç ev vardı mahallede. Bahçesinde tulumba olan evler.

Bir çocuk emme basma tulumbanın kolunu çekerken sıraya girer avuçlarımıza doldurduğumuz su tozlu kirli kollarımızdan yol yol akarken kana kana içtikten sonra yüzümüzü yıkardık.

Ne zevkli şeydi o tulumbadan su çekmek. Eğer tulumba kurumuşsa bir bardak can suyu dökmek gerekirdi. Sonra kolun indirilip kaldırılırken gııaarç gııaarç ses çıkaran tulumbadan kol kalınlığında buz gibi su akmaya başlardı. Yalnız burada en az iki kişi olması lazım ki doğru düzgün su içebilesiniz. Zira tek başına iseniz tulumba kolunu indirip de akan su bitmeden yetişebilmek çok zor. Arka arkaya teşebbüsten sonra toplamda ancak yarım avuç su içmek mümkün olur.

Eh bu kadar yorulduktan sonra ise daha dingin daha asude oyunlar bulmak gerekli değil midir?

Biz de bir yandan dinlenirken bir yandan da arsanın kuytu köşelerinde ki doğal hayatı keşfetmeye çıkardık o zaman.

Kaldırılan her kocaman taşın altında ışığı görünce telaşla kaçışan hayvanlar olurdu. İşte çubukla hayvan dürtmece oyunu o zaman başlardı.

En mutlu olduğumuz anlardan bir tespih böceği bulduğumuz an. İnce bir çubukla dürtünce tortop olan hayvancağızı elimize alır dikkatle incelerdik. Toprağa bıraktıktan sonra da bir müddet aynı şekilde kalır biraz vakit geçip kendini emniyette hissedince de yeniden açılıp yürümeye başlardı. Tabi o zaman yeniden çubukla dürtme zamanı gelmiş demekti.

İkinci sopa dürt melik hayvan ise kıskaçlı böcek ya da kulağakaçan böceği. Arka tarafında ki kıskacı ile tarihöncesi zamanlardan kalmış görüntüsü olan bu böceklere dair korkunç hikâyeler anlatırdık.

-Var yaa… Bu böcek bir çocuğun kulağından içeri girip beynine kadar gitmiş. Beynini yemiş ondan sonra da çocuk ölmüş yaa…

Allah var, bu böceğin zarar verdiği ya da ısırdığı hiçbir çocuğa rastlamadım ama yanaşmaya korktuğumuz bu böcekleri az dürtmedik.

Sonra arılar ya da arı yuvaları vardı.

Önce var gücü ile bağırıp ağlayarak bir çocuk bahçeden içeri dalardı ardından da bir alay çocuk.

-Teyzeee Aamedi arı soktuuu…

-Teyzee Aamet  sopa ile arı yuvasını düşürdü. Arı da onu soktuuu…

Tabi arı sadece Aaamedi sokmaz ya, beni de soktu üç beş sefer. Sokağımızın hemen karşısında yaşlı bir teyzenin evinin saçağına arılar yuva yapmış. Dışarıdan böyle bir çamur kütlesi görünüyor. Karnı, parlak sarı siyah eşek arıları vızıldayarak girip çıkıyor. Şimdi bizi, yuvanın içinin nasıl olduğu merakı aldı. Yuva yüksekte ulaşıp bakabilmek mümkün değil.

Napalım biz de uzun sopalar bulduk. Bi komşumuzun bahçe duvarının kenarında istif edilmiş bağ çubukları var. Onların arasından uzun birer sopa temin ettik. Gittik aşağıdan arı yuvasına dürtüyoruz. Sonra düştü mü bu yuva. Üstümüze arılar hücum etti mi?

Biz cesur cengâverler nasıl kaçıyoruz. Benim tam yanağımın üzerinden bir arı soktu. Nasıl bir acı tarif edemem. Koştum eve geldim. Bağırmaktan ne olduğunu anlatamıyorum. Arkadaşlarım durumu izah ettiler anneme. Sonra annem yoğurt sürdü. Yemek kaşığının sapını bastırdı. Uzun süre içimi çeke çeke ağladım.

Sonra ne mi oldu? Tekrar gittik düşen arı yuvasının içini inceledik. Altıgen bölümlerden oluşan yuvanın içine hala arılar girip çıkıyordu. Sonra birkaç sefer daha arı soktu beni. Halamın terasında ki arı kovanını merek edip incelerken bu sefer de bal arısı soktu. İşte bu daha sıkıntılı. Zira içeride kalan arının iğnesini çıkarmak gerekti.

 Pişman mıyım? Valla o zamana dönsem, yine olsa yine yaparım.

Sonra sopa dürt melik solucan salyangoz ve sümüklü böcek vardı. Yağmur ertesi bunlardan arsada bol miktarda bulunurdu. Sırtında yuvası ağır ağır yürüyen salyangoza dürtünce hemen kabuğu içine saklanırdı. Sümüklü böceğin ise kabuğu yok ama o da yaldızlı izler bırakarak ağır ağır yürürdü.

Oğlanlar ve erkek Fatma kızlar böcekleri dürterken daha naif ve nazlı kızlar yere çömelip ellerini kucaklarına saklayarak seyrederdi olanları.

Solucanları ise sopanın ucuna alıp düşürmeden komşumuz Tikiye Annenin bahçesinde ki tavukları beslemeye koşardık. Tikiye anne, Fikrîye teyzeye çocukların taktığı isimdi.

Haa bir de kurbağalar var tabi. Onları da eline alamazsın. Şimdi üzerinde ışıklı havuzların çiçek tarhlarının olduğu kenarında kafelerin sıralandığı alan, üstü açık dereydi bir zamanlar. Özellikle bahar gecelerinde kurbağa sesine cırcır böceklerini sesi karışırdı. Geceleri bu kadar bağrına kurbağaları gündüz koyduysan bul. İki adam boyu duvarın olduğu dereye inebilmek için birkaç nokta vardı. Birisi dere kenarında küçük bir çıkmaz sokak oluşturan evlerin sonunda ki taş ve kayaların arasından kaymadan düşmeden tutunarak ağır ağır inilebilen bir yol(!)

Cesur birkaç çocuk aşağı inerken diğerleri derenin duvarından bizi seyrederdi. Biz aşağı inip taşları kaldırarak aramaya başlayınca ortada görünmeyen kurbağalar birer ikişer cup cup suya atlar ortalık yeniden kurbağa vıraklamaları ile dolardı. Bir de su birikintilerinden birinde kurbağa yavrusu bulduysak değmeyin keyfimize. Bu durumda gurubumuz ikiye ayrılırdı. Derslere kulak vermeyen tembeller bunların balık olduğunu iddia ederken çalışkan öğrencilerse bunlara kocabaş denildiğini büyünce kurbağa olacağını anlatırdı.

Hani hani ayakları nerde? Hem bak kuyruğu da var… Diye diretenlere daha küçükler de var güçleri ile destek olur “Yaa akıllıım” nidaları arasında kesin karara varamadan dereden çıkar başka bir oyun peşine düşerdik

Ha bu arada,” akıllım” ağır ironi içeren, “senin aklın ermez” anlamına gelen bir hakaretti, biz çocukçasında…

Daha bunun karıncası tırtılı uğur böceği gibi bir sürü detayı var da… Neyse burada bırakayım, belki bir gün onları da anlatırım.



27 Mayıs 2020 Çarşamba

BİR ZAMANLAR BURALAR HEP DUTLUKTU…


DUT GÜZELLEMESİ

Manav tezgâhları rengârenk çiçek bahçesi gibi. Önünde şöyle bir durup seyrettim bir müddet. İki çeşit kiraz, üç farklı kayısı, çilek, şeftali, yenidünya, nektarin…

Cennete düşmüş gibiyim. Önce uzun uzun seyrediyorum meyveleri.

Aa neler görüyorum…

-Karadut mu o?...

Evet ya ta kendisi. Avuç içi kadar plastik kâsenin içinde ışıl ışıl yanıyorlar.

-Abi dut ne kadar?

-Kâsesi 12 lira abla.

-Kardeş yarım kilo bile yok ne bu fiyat?

-Abla ta Mardin’den geliyor. Dayanmıyor ki. Olsun o kadar…

Manav haklı, olsun o kadar. İki kâse alıp geliyorum. Gelirken apartman önünde ki dut ağacından birkaç yaprak koparayım diye uzanırken… Birkaç beyaz dut gülümsüyor yaprakların arasından. Uzanıyorum, parmaklarımın üzerine kalkıp var gücümle ulamaya çalışıyorum nafile. Ben uzandıkça Tantalos’dan uzaklaşan meyve dalları gibi uzaklaşıyor, çapkınca gülümseyen beyaz dutlar. Bir taş parçası buluyorum taa öbür kaldırımdan. Getirip ağacın dibine yaslıyorum. Üzerine çıkıp yeniden uzanıyorum ama. Yok, yine olmuyor. Yerde ki bir dal parçası ilişiyor gözüme. Alıp dutları dürtüyorum. Hah şimdi oldu. Bir kaç tane dut dökülüyor yere. Toplayıp avucuma alıyorum. Ezilmemesi için avucum yarı açık eve geliyorum.

Allah’tan Sokak tenhaydı da gelen geçen olmadı. Yoksa “yazıık, deli her halde “ filan diyebilirlerdi.

Amaan olsun ya. Ben bir avuç dut buldum ya…

Bu dutlarla benim ayrı bir hukukum vardır. Daha doğrusu dut ağaçlarıyla. Apartmanımızın hemen yanında ki metruk yer evinin bahçesinde, dalları göklere uzanan devasa bir dut ağacı vardı. O devasa ağacın sadece birkaç dalının ucu sokağa sarkar, sarkan bu dallardan arada patır patır dutlar düşerdi.

Şimdi dut meyvesinin raconu dalından yemek. Yere düştüğü an kesinlikle berelenir anında yere değen tarafı kararır. Eğer hemen yerden toplanmazsa da ne kadar karınca, sinek varsa üzerine doluşur yemek mümkün olmaz…

İşte o sarkan dallardan arada patır patır yeni dökülen dutlara denk gelirsek değmeyin keyfimize.

Ayy… mikropp… Yok, canım o da ne?  Mis gibi dut işte.  Çok çok tişörtünün koluna ya da beline siler yersin afiyetle.

O metruk evden sarkan dallarda ki dutlar daha fazla canımızı çektirirdi. Hemen karşı komşunun bahçesin de de var ama hiç durmadan gidip izin istemesi mesele. Çekinirdik tabi. Eğer annemle misafirliğe gidersek hemen dürtmeye başlardık. Annemiz izin alsın. Annelerimiz izin alınca yanından öyle bir fırlardık ki arkamızda çizgi filmlerde ki gibi toz kalkardı. Tamam, izin çıktı da dallar yüksekte. Aşağıdan uzanabildiğimiz bir kaçını koparıp doğru kömürlüğün damına. Tabi çıkması da kolay değil. Önce sandalye oturak sepet vb. bilumum bir şey bulup onları üst üste dizip gayet dikkatle tırmanacaksın ki düşmeyesin. Tabi çıkamayan küçüklere ablalık yapmak lazım. Küçükler aşağıda tişörtlerinin yenini veya eteklerini yukarı doğru açar beklerlerdi. Biz yukarı çıkan cesur(!)  ve kocaman (!) ablalar abiler topladığımız dutları aşağıda bekleşen miniklerin açtıkları yenlerine denk getirmeye çalışarak aşağı atardık. Orada da ulaşabildiğimiz dutlar bitince ellerimiz yüzlerimiz yapış yapış iner doğru bahçedeki tumbada ellerimizi yüzümüzü yıkardık.

O tulumbadan su çekmesi ayrı bir eğlence tabi. Bir komşumuzun da kuyusu vardı. Ne kadar korksak ta karanlık kuyunun dibinde parlayan suyun cazibesine karşı koyamaz, komşu teyzenin görmez tarafından kovayı kuyuya salar, çıkan sesi dinler, sonra da çıkrıkla yukarı çekerdik.

Şimdi düşünüyorum da annelerimiz mi daha cesurdu yoksa biz mi? Onca sene hiç bir çocuğun burnu bile kanamadı. Sadece iki üç sefer beni arı soktu o kadar. Onu da hak ettiydim. Ne işin var da arı yuvasına çubuk dürtersin be evladım…

Yakınlarda ki tarihi küçük bir caminin bahçesinde ise iki tane kocaman karadut ağacı vardı. Ya işte oraya gitmek tehlikeli iş. O karadutların lezzeti başka ama. Hafif mayhoş çokça tatlı o lezzet kendine çekerken girmeden dur bakalım. Gizlice giderdik. Dönerken ellerimizi yüzümüzü iyice yıkardık ama elbiselerdeki lekeler bizi ele verirdi tabi. Artık temiz bir dayak garanti. Ne yapsın annecağızlar merdaneli makinelerle çamaşır yıkamak kolay mı? Bir de ne yapsan da o karadut lekesi çıkmaz. Ama Allah için annem bir sefer bile üstümü kirlettim diye vurmadı.

Yazları gittiğimiz köyde ise babaannemin dut ağacının çatalı oyun alanımız da. İlk kapan oyun boyunca oranın sahibi olurdu. Ama o ağaçtan hiç tatlı bir dut yediğimi hatırlamıyorum. Ya daha olgunlaşmasına fırsat vermeden ham dutları kopardığımız için ya da dur ağacı düzgün meyve vermediği için böyle tombul bir beyaz dur görmedim. Buna karşın ananemin dut ağacı iki başparmağım büyüklüğünde iri sulu lezzetli dutlar verirdi ya... Bu ağaca da çıkması mesele. Ağaca ulaşmak için dallardan yapılmış bir sundurmanın üzerinde geçmek gerekirdi. Kalın dalların arasında ki üzüm çubuklarının paçalarımıza takılarak yırtması ihtimalini göze almak gerekirdi bi kere. Olsun ya o dutlar azara da cezaya da değer di valla…

Bunca sene sonra şimdi bile, eski mahallelerimiz de nerede hangi ağaç vardı, gözlerimi kapatsam görürüm. Artık o dut ağaçlarının yerinde yeller esse de hangi apartmanın yerinde hangi ağaç vardı yerini çıkartırım. Haa o cami bahçesinde ki kocaman dut ağaçları hala duruyor. Çocukken bize dev gibi gelen o ağaçlar hala dev gibi kocaman. Çocukluk yanılsaması değilmiş yani.

Bu dut ağaçlarının bilinçaltımda bu kadar yer etmesinin bir başka sebebi daha var.

İpek böceği…

Birkaç sene ipekböceği büyüttüm. İnce beyaz iplere benzeyen ipekböceklerini daha minicikken alırdık. Kim den alırdık kim nasıl yumurtalardan çıkarır da satardı hatırlamıyorum. Zira o haşhaş tohumuna benzeyen yumurtaları çok sakladım ama onlardan hiç ipek böceği tırtılı çıkmadı. Tırtıllar taneyle satılırdı. Hatta bir sene tırtıl almak için pullarımı satmış onun parasıyla almıştım. Aldığımız bu tırtılları dut yaprakları yerleştirdiğimiz kutuya koyar iştahla yemelerini seyrederdik. Yaprağın bir ucundan yemeye başladığı yerler testere ile kesilmiş gibi diş diş oyulur. Oyuldukça da tırtıllar büyürdü. O minik tırtıllar yedikçe hızla büyür tombul birer tırtıl olurdu. Boğum boğum beyaz üzerinde ikişerli sırayla benekleri olan o tırtılları ellerimize alır birbirimize gösterir kiminkinin daha büyük olduğuna bakardık. En ufak bir böcek ya da sinek konsa feryat figan eden çıtkırıldım kızlar bile bu tırtıllardan korkmaz tiksinmez ellerinde gezdirirdi.

İşte bu dönem bizim için de sancılı bir dönemdi. Tırtıldan yavrularımızı beslemek için her daim taze dut yaprağına ihtiyaç var. Her gün komşu kapısını aşındırıp dut yaprağı istemek olmaz. Ayıp diye bir şey var. Fırsat bulunca biraz fazlaca yaprak toplar buzdolabının sebze gözüne koyardım. İki üç güne bir darladığım babam, bana kıyamaz öğretmenlik yaptığı okulun bahçesinden bana dut yaprağı getirirdi.

Kimin evladı ise o baksın değil mi? Besleyemeyeceksen tırtıl yapma kardeşim… Napsın adamcağız tırtıldan torunlarını beslemek zorunda kalırdı işte…

Tırtıllar iyice tombullaştıktan sonra yarı bellerine kadar başlarını kaldırıp sağa sola dönüyorlarsa koza yapma zamanı gelmiş demekti. Bu sefer kutuya teze dut yaprakları değil ipek ipliklerini tutturabilecekleri ince dal parçaları koymak gerekliydi. Geniş daireden ipliklerini dallar tutturan tırtıl, kendi ekseni etrafında dönerek kozasını örmeye başlar, birkaç gün sonra iri yerfıstıklarına benzeyen kozalar tamamlanırdı. Tabi bu kozaların rengi de önemli. Sarı koza daha az olduğu için daha değerli gelirdi bize. Onun için koza örmeye başlayan tırtılı dikkatle inceler adeta şeffaf o ipçiklerin hangi renk kozaya dönüşeceğini tahmine çalışırdık.

Bir müddet kozada istirahat eden tırtıllar kelebek olarak kozayı deler çıkardı. Koçboynuzuna benzer antenleri olan bu beyaz kelebeklerin, küt kanatları olurdu. Uçmayı bırakın yerinden bile kıpırdamayan bu kelebekler, bir süre sonra çiftleşir, az zaman sonra da haşhaş tohumuna benzeyen bir sürü yumurta bırakır ve ölürdü. Ölen bu kelebekleri de atmaya kıyamaz yumurtaları ile beraber saklardık. Ta ki annelerimiz bu hazinelerimizi bulup da atana kadar.

Ayy ne kadar derinlere daldım. Kalkayım da şu kara kızanlarımdan bir dut reçeli kaynatayım…

Reçelden başka bir de karadutlu çizkek yaptım kii… Nefis oldu… Ama şekil şükülü biraz kayık oldu diye fotoğrafını çekmedim. Görsellik ve sunum olmadan olmaz demeyecekseniz buyurun efendim beraberce yiyelim…




17 Nisan 2020 Cuma

SEVGİLİ LEYLAKLARIM



Sevgili günlük bugün çok mesudum…

Günlük tutsaydım bugün yazmaya böyle başlardım. Ortaokul dönemlerimde ki birkaç başarısız denmeyi saymazsam,  hiç günlük tutmadım. Öyle olunca da sevgili günlük diyemiyorum ama… Bak bunu diyebilirim…

Sevgili bloğum bugün çok mesudum…

Yukarıda gördüğünüz leylak demeti var ya? Tam üç senelik bir özlemin nihayete ermesi demek.

Birkaç sokak aşağıda, iki katlı bir evin yanında ki arsada, bir leylak ağacı ile erik ağacı var. İşte üç senedir leylaklar açtığı zaman, o leylak ağcının etrafında kedi gibi dolaştım. Kapıda pencerede bir Allah’ın kulunu görsem, ağacın sahibini sorup izin isteyeceğim. Ama yok… Yok… Kimseler yok…

Ağacın sahibi var mı onu da bilmiyorum aslında. Zira bahçemsi o arsaya, evden açılan bir kapı vs. yok. Kapı sokak tarafında kalıyor. Sahipsiz bir ağaçtır diye düşünmeme ise, arsanın etrafında ki iki sıra tuğladan örülen duvar, mani oluyor. İzinsiz koparabilmem mümkün değil.

Her leylak zamanı, aşeren kadınlar gibi canım leylak çekti. Mübarek, çiçekçide satılan bir şey de değil ki gidip alayım. Beyaz dut gibi narin o da. Pazarlamaya gelen bir ürün değil.

Bu leylak aşkı çocukluk günlerimden kalma. Biz apartman çocuğu idik ama etrafımızda bolca bahçeli yer evlerinin olduğu, sokaklarda büyüdüm. Sarmaşık gülleri ve hanımelleri ile kaplı kapılardan girilen yer evlerinde oturan komşularımız, ikindi serinliği çöktüğü zaman bahçelerini yıkarlardı. O bahçelerden yükselen serin buğu, sıcak yaz güneşi ile kavrulan sokakları bile serinletirdi. Çoğunlukla leylak, erik, dut ağaçlarının olduğu o bahçelerde, ağaçların altında, aslanağzı, akşamsefası, katırtırnağı çiçekleri açar, beyaz kireç boyalı saksılarda ortancalar, güller karanfiller, yaz akşamlarını baygın kokulara boğarlardı. Ha gerçi ortancanın öyle baygın kokusu yok tabi.

Her neyse,  biz oturduğumuz apartmanın balkonundan, etraftaki bahçeleri seyreder, komşu çocukları ile laflar, akşamüstü ise aşağı inerek oyunlarına katılırdık.

İşte o zamandan beri, modern apartman bahçelerinde ki ithal çam ağaçlarını, çimleri, begonvilleri, ismini bilmediğim çiçekleri sevsem de esas sevdam, o doğal samimi, kendiliğinden oluşmuş gibi görünen, Ege’nin yer evlerinin bahçeleriydi.

Neyse işte corona günleri başladı. Çoğunlukla evdeyim, ülkenin çoğu gibi. Arada bir, eldivenimi maskemi takıp, yakınlarda ki  parkura, yürüyüşe çıkıyorum. Dönerken gözlerime inanamadım. Sevgili leylak ağacımın yanında ki o evin penceresinde, yaşlı bir amca. 65 yaş üstü Coronavirüs mahpuslarından galiba. Pencereye koyduğu kırlente kollarını dayamış, etrafı seyrediyor.

Koştum hemen, boynumu büktüm ,”amca leylak toplayabilir miyim”  diye rica ettim, en yalvaran sesimle. Amca o tatlı şivesi ile

-Gopaa gızım,bi gaç dene; dedi.

-Ah amcam bana dünyaları bağışladın ya sen…

Hemen bahçeye daldım. Uzanabildiğim dallardan biraz kopardım. Amcadan utanmasam bi kucak toplayacaktım ya. Daha fazlasına yüzüm tutmadı.

Döndüm, iki senedir bahçesine dadandığım, kentsel dönüşüm için yıkılan evin bahçesine. İsmini bilmediğim bu sarıçiçekleri topladım. Sonra bugün ki sürprizi tamamlayan gelincikleri gördüm. Orda burda tek tük açan gelincikleri talan edip, dönerken yaparım diye düşündüğüm, alışverişi filan unutup eve koştum.

Mutfak tezgâhına yaydığım çiçekleri, su doldurduğum kocaman bir bardağa, bir Victoria asilzadesi Leydi,  özen ve zarafeti ile dizdim. Leydi J filminde gördüm de çok özendiydim. Leydi, hizmetçilerinin topladığı çiçekleri, pahalı porselen vazolarının içine dizerek, düzenleme hazırlıyordu.

Su bardağından bozma vazomun içinde ki çiçek buketimi sehpaya koyup, karşısında ayaklarımı uzattım, böğürtlenli çiizkek yiyerek kahve içiyorum şimdi.




30 Ocak 2020 Perşembe

ÇÖPLER YALAN SÖYLEMEZ


ÇÖPLER YALAN SÖYLEMEZ

Doktora için çöp karıştıran öğrencinin haberini duydunuz mu?

Bilim üretmek zor iş. Hele de bizim gibi uzamanı bol bir ülkede. Bizde herkes her şeyin uzmanı. Pediatrist sismoloji hakkında, tarihçi halk sağlığı ve ilaçbilim hakkında, biyolog dış siyaset ve uluslararası ilişkilerde görüş beyan etmekte mahzur görmez. Yani kendisinin o alanda ki düşünceleri değil basbayağı uzaman görüşü. Hele de hasbel kader her hangi bir alanda doktora aşamasına gelmişse her konuda otoritedir artık. “Olur, mu öyle şey ?”  diyenler, televizyon programlarında ki katılımcılara baksın. Bir hafta önce ilaçların etkilerinden bahseden bir amca bir hafta sonra sınır ötesi askeri harekâtın nasıl olması gerektiğini anlatıyor. Diğer hafta ise tarihi bir olayı değerlendirip analiz yapıyor.

Hele de kahvehane ahalisi… Of Allah’ım onlar her şeyde uzman. Hatta işin kitabını yazmış Anayasa Prof.üne  “Senin aklın ermez”  diye ayar çekip,  hukuki görüş beyan edecek kadar.

İşte böyle bir ortamda çöpleri karıştırarak bilim üreten doktora öğrencisi haberi oldukça dikkat çekici. Yanlış anlaşılmasın fakirlikten dolayı geri dönüşüm toplayarak para kazanıp okumaya çalışan bir öğrenci değil. Çöpleri inceleyerek analiz yapan bir bilim insanı.

Marmara üniversitesi doktora öğrencisi Umut Yiğit, Nurdoğan Rigel hocanın danışmanlığında Ekonomik krizin farklı semt sakinleri ve gelir guruplarının nasıl etkilendiği hakkında tez hazırlıyor. Bu çalışma aşamasında oldukça ilginç bulgular tespit ediyor.

Araştırma Bağcılar ve Etiler semtlerinin çöplerinde yapılıyor. Çöp analizi ile ekonomik krizin ilk hangi alanlarda kendini hissettirdiği hakkında veri toplanıyor. Elde edilen bulgular yazının başına koyduğum videoda da anlatılıyor.

İsterseniz şöyle bir toplayayım.

Çağımız insanı gösteri toplumuna dönüşmüş durumda. Üretim kültüründen tüketim kültürüne geçtik. Nüfusu milyonlara ulaşan şehirlerde insanlar birbirleriyle tanışmak ve iletişime geçmek için aracıya ihtiyaç duyuyor ve bu noktada kendini kurgulayarak ifade ediyor. Giydiği kıyafet, saç rengi ve şekli, içtiği kahve, gittiği restoran, oturduğu semt, kendini ifade ettiği sunum malzemelerine dönüşüyor. İşte bu kurgulanmış görüntüden sağlıklı çıkarımlar yapmak mümkün olmuyor. İnsanların özel hayatlarına da giremediğiniz için, özel alandan kamusal alana taşan veriler, onların özel hayatlarında tükettikleri ürünlerin çöpleri oluyor

Yani insanlar yalan söylerken çöpleri doğruları söylüyor.

Şimdide iki semtin insan profilini özetlersek şöyle bir tablo ortaya çıkıyor.

Etiler insanı simgesel sermayeye daha fazla yatırım yapan insanların olduğu bir semt. Yani zenginlerin semti. Burada yaşayan insanlar genellikler yalnız ya da ev hayvanları ile yaşayan bireyler.

Masa başı işlerde çalışıyorlar ve akşamları kamusal alana eğlenmeye çıkıyorlar. Görüntülerinden ödün vermiyor, lüks mekânlarda pahalı kahveler içip alafranga yemekler yiyorlar.

Tüm bunlar nereden anlaşılıyor? Çöplerinde ki 33 cc lik paketlerden, kişisel bakım ürünü ambalajlarından, evcil hayvan maması paketlerinden, layt ürün kutularından.

Şimdi,  kendini parlattığı kurguladığı görüntüsü böyle. Lakin arka planda farklı bir görüntü söz konusu.

Etiler paket servisin yaygın olduğu bir semt. Ve bilin bakalım en çok neler sipariş veriliyor?

Çiğ köfte, kebap ve pide gibi geleneksel yemekler. Tatlı olaraksa kazandibi, tulumba tatlısı,  ekmek kadayıfı gibi ürünler.

Yani gündüz pahalı cifelerde pahalı kahveler içip salata yiyen, cheesecake tiramisuyu çatal bıçakla zaarifçe tüketirken story atan bazı tipler, akşamları eşofman altını giyip kanepede yayılarak kebapları gömüyor, şerbetini damlatarak tulumba yiyormuş. Ha bir ekonomik kriz sonucu zavallılarım Bim ve A101 markalarının sütlerini, yoğurtlarını ve meyve sularını tüketmek zorunda kalırken zevahiri toplamaktan da geri kalmamışlar. İşte bunu da çöplerden çıkan Dost marka süt, Birşah marka yoğurt. Julse marka meyve suyu, Çikonella marka çikolata kutularından anıyoruz.

Bağcılara gelirsek. Daha emek yoğun işlerde çalışan, az gelir gurupları, yani kısaca fakir dediğimiz kimseler burada oturuyor. Genellikle çok çocuklu, gündüz ağır işlerde çalışırken, akşamları televizyon başında vakit geçiren, ekonomik krizi iliklerine kadar hissederken, sunumla falan uğraşmaya takati olmayıp günü kurtarma derdinde olan aileler.

Bunu da yine çöplerinden anlıyoruz. Çubuk kraker cips ambalajları ile beraber bol miktarda çocuk bezi çıkıyor çöplerden. Paket servis ambalajlarına pek rastlanmıyor. Ambalajlar litrelik veya büyük boyutta. Sebze atıkları daha fazla. Layt ürüne rastlanmıyor. Etilerde ki filtre ya da ekspresso tabletleri yerine üçü bir arada neskafe poşetleri var. Kişisel bakım ürünleri şampuan ve sabundan ibaret.

İşte tüm bu bilgiler çöplerden elde ediliyor.

Anlaşılan o ki günümüz insanı “görüntü her şeydir” anlayışında. Ekonomik krizde bile görüntüden taviz verilmiyor.

                Videoda Nurdoğan Rigel Hoca Etiler insanının kendini parlatarak sunduğunu söylerken Bağcılar insanının kendini parlatacak imkânı olmadığı için daha kendi gibi olduğunu söylüyor.

Bu noktada kendisine katılmıyorum.

Dar gelirli mahalle halkı da kendini kurgulayarak sunuyor. Yalnız onun parlaklığı altın suyu değil de daha ucuz yaldız boyadan, geliyor. Buralarda oturan insanların sosyal medya paylaşımlarına ve tik tok videolarına baktığımızda bu net görülüyor. Onlar da pahalı kafelerde değil, altın günlerinde hazırladıkları masalarla, kendilerini parlatarak sunum yapıyorlar. Belki çocuğuna süt alamayan kadın altın gününde çeşit çeşit ikramlar hazırlamak için Pazar masrafından kısıyor.


Ha gerçi, bu ayrıntı çöplerden anlaşılır mı bilmiyorum tabi.

Bu çalışma aslında ilk olarak Arizona Üniversitesinde ki bir bilim insanı tarafından 1973 de yapılmış. Anketlerde yüz yüze iken insanların gerçekleri tam olarak aktarmamaları sebebiyle böyle bir çalışmaya ihtiyaç duyulmuş. Ülkemizde ise ilk 2015 yılında Ali Mendillioğlu ve Umut Yiğit Bavul Dergi için yapıyor ve bu çalışma yüksek lisans tezine dönüştürülüyor u çalışmalar da internette mevcut.

O çalışmalar da oldukça ilginç. Benim en ilginç bulduğum şeylerden birisi de,  kalın soyulmuş patates kabuklarının çokça bulunduğu çöplerin olduğu semtlerde, öğrencilerin yoğun yaşadığının anlaşılmasıydı.