27 Mayıs 2020 Çarşamba

BİR ZAMANLAR BURALAR HEP DUTLUKTU…


DUT GÜZELLEMESİ

Manav tezgâhları rengârenk çiçek bahçesi gibi. Önünde şöyle bir durup seyrettim bir müddet. İki çeşit kiraz, üç farklı kayısı, çilek, şeftali, yenidünya, nektarin…

Cennete düşmüş gibiyim. Önce uzun uzun seyrediyorum meyveleri.

Aa neler görüyorum…

-Karadut mu o?...

Evet ya ta kendisi. Avuç içi kadar plastik kâsenin içinde ışıl ışıl yanıyorlar.

-Abi dut ne kadar?

-Kâsesi 12 lira abla.

-Kardeş yarım kilo bile yok ne bu fiyat?

-Abla ta Mardin’den geliyor. Dayanmıyor ki. Olsun o kadar…

Manav haklı, olsun o kadar. İki kâse alıp geliyorum. Gelirken apartman önünde ki dut ağacından birkaç yaprak koparayım diye uzanırken… Birkaç beyaz dut gülümsüyor yaprakların arasından. Uzanıyorum, parmaklarımın üzerine kalkıp var gücümle ulamaya çalışıyorum nafile. Ben uzandıkça Tantalos’dan uzaklaşan meyve dalları gibi uzaklaşıyor, çapkınca gülümseyen beyaz dutlar. Bir taş parçası buluyorum taa öbür kaldırımdan. Getirip ağacın dibine yaslıyorum. Üzerine çıkıp yeniden uzanıyorum ama. Yok, yine olmuyor. Yerde ki bir dal parçası ilişiyor gözüme. Alıp dutları dürtüyorum. Hah şimdi oldu. Bir kaç tane dut dökülüyor yere. Toplayıp avucuma alıyorum. Ezilmemesi için avucum yarı açık eve geliyorum.

Allah’tan Sokak tenhaydı da gelen geçen olmadı. Yoksa “yazıık, deli her halde “ filan diyebilirlerdi.

Amaan olsun ya. Ben bir avuç dut buldum ya…

Bu dutlarla benim ayrı bir hukukum vardır. Daha doğrusu dut ağaçlarıyla. Apartmanımızın hemen yanında ki metruk yer evinin bahçesinde, dalları göklere uzanan devasa bir dut ağacı vardı. O devasa ağacın sadece birkaç dalının ucu sokağa sarkar, sarkan bu dallardan arada patır patır dutlar düşerdi.

Şimdi dut meyvesinin raconu dalından yemek. Yere düştüğü an kesinlikle berelenir anında yere değen tarafı kararır. Eğer hemen yerden toplanmazsa da ne kadar karınca, sinek varsa üzerine doluşur yemek mümkün olmaz…

İşte o sarkan dallardan arada patır patır yeni dökülen dutlara denk gelirsek değmeyin keyfimize.

Ayy… mikropp… Yok, canım o da ne?  Mis gibi dut işte.  Çok çok tişörtünün koluna ya da beline siler yersin afiyetle.

O metruk evden sarkan dallarda ki dutlar daha fazla canımızı çektirirdi. Hemen karşı komşunun bahçesin de de var ama hiç durmadan gidip izin istemesi mesele. Çekinirdik tabi. Eğer annemle misafirliğe gidersek hemen dürtmeye başlardık. Annemiz izin alsın. Annelerimiz izin alınca yanından öyle bir fırlardık ki arkamızda çizgi filmlerde ki gibi toz kalkardı. Tamam, izin çıktı da dallar yüksekte. Aşağıdan uzanabildiğimiz bir kaçını koparıp doğru kömürlüğün damına. Tabi çıkması da kolay değil. Önce sandalye oturak sepet vb. bilumum bir şey bulup onları üst üste dizip gayet dikkatle tırmanacaksın ki düşmeyesin. Tabi çıkamayan küçüklere ablalık yapmak lazım. Küçükler aşağıda tişörtlerinin yenini veya eteklerini yukarı doğru açar beklerlerdi. Biz yukarı çıkan cesur(!)  ve kocaman (!) ablalar abiler topladığımız dutları aşağıda bekleşen miniklerin açtıkları yenlerine denk getirmeye çalışarak aşağı atardık. Orada da ulaşabildiğimiz dutlar bitince ellerimiz yüzlerimiz yapış yapış iner doğru bahçedeki tumbada ellerimizi yüzümüzü yıkardık.

O tulumbadan su çekmesi ayrı bir eğlence tabi. Bir komşumuzun da kuyusu vardı. Ne kadar korksak ta karanlık kuyunun dibinde parlayan suyun cazibesine karşı koyamaz, komşu teyzenin görmez tarafından kovayı kuyuya salar, çıkan sesi dinler, sonra da çıkrıkla yukarı çekerdik.

Şimdi düşünüyorum da annelerimiz mi daha cesurdu yoksa biz mi? Onca sene hiç bir çocuğun burnu bile kanamadı. Sadece iki üç sefer beni arı soktu o kadar. Onu da hak ettiydim. Ne işin var da arı yuvasına çubuk dürtersin be evladım…

Yakınlarda ki tarihi küçük bir caminin bahçesinde ise iki tane kocaman karadut ağacı vardı. Ya işte oraya gitmek tehlikeli iş. O karadutların lezzeti başka ama. Hafif mayhoş çokça tatlı o lezzet kendine çekerken girmeden dur bakalım. Gizlice giderdik. Dönerken ellerimizi yüzümüzü iyice yıkardık ama elbiselerdeki lekeler bizi ele verirdi tabi. Artık temiz bir dayak garanti. Ne yapsın annecağızlar merdaneli makinelerle çamaşır yıkamak kolay mı? Bir de ne yapsan da o karadut lekesi çıkmaz. Ama Allah için annem bir sefer bile üstümü kirlettim diye vurmadı.

Yazları gittiğimiz köyde ise babaannemin dut ağacının çatalı oyun alanımız da. İlk kapan oyun boyunca oranın sahibi olurdu. Ama o ağaçtan hiç tatlı bir dut yediğimi hatırlamıyorum. Ya daha olgunlaşmasına fırsat vermeden ham dutları kopardığımız için ya da dur ağacı düzgün meyve vermediği için böyle tombul bir beyaz dur görmedim. Buna karşın ananemin dut ağacı iki başparmağım büyüklüğünde iri sulu lezzetli dutlar verirdi ya... Bu ağaca da çıkması mesele. Ağaca ulaşmak için dallardan yapılmış bir sundurmanın üzerinde geçmek gerekirdi. Kalın dalların arasında ki üzüm çubuklarının paçalarımıza takılarak yırtması ihtimalini göze almak gerekirdi bi kere. Olsun ya o dutlar azara da cezaya da değer di valla…

Bunca sene sonra şimdi bile, eski mahallelerimiz de nerede hangi ağaç vardı, gözlerimi kapatsam görürüm. Artık o dut ağaçlarının yerinde yeller esse de hangi apartmanın yerinde hangi ağaç vardı yerini çıkartırım. Haa o cami bahçesinde ki kocaman dut ağaçları hala duruyor. Çocukken bize dev gibi gelen o ağaçlar hala dev gibi kocaman. Çocukluk yanılsaması değilmiş yani.

Bu dut ağaçlarının bilinçaltımda bu kadar yer etmesinin bir başka sebebi daha var.

İpek böceği…

Birkaç sene ipekböceği büyüttüm. İnce beyaz iplere benzeyen ipekböceklerini daha minicikken alırdık. Kim den alırdık kim nasıl yumurtalardan çıkarır da satardı hatırlamıyorum. Zira o haşhaş tohumuna benzeyen yumurtaları çok sakladım ama onlardan hiç ipek böceği tırtılı çıkmadı. Tırtıllar taneyle satılırdı. Hatta bir sene tırtıl almak için pullarımı satmış onun parasıyla almıştım. Aldığımız bu tırtılları dut yaprakları yerleştirdiğimiz kutuya koyar iştahla yemelerini seyrederdik. Yaprağın bir ucundan yemeye başladığı yerler testere ile kesilmiş gibi diş diş oyulur. Oyuldukça da tırtıllar büyürdü. O minik tırtıllar yedikçe hızla büyür tombul birer tırtıl olurdu. Boğum boğum beyaz üzerinde ikişerli sırayla benekleri olan o tırtılları ellerimize alır birbirimize gösterir kiminkinin daha büyük olduğuna bakardık. En ufak bir böcek ya da sinek konsa feryat figan eden çıtkırıldım kızlar bile bu tırtıllardan korkmaz tiksinmez ellerinde gezdirirdi.

İşte bu dönem bizim için de sancılı bir dönemdi. Tırtıldan yavrularımızı beslemek için her daim taze dut yaprağına ihtiyaç var. Her gün komşu kapısını aşındırıp dut yaprağı istemek olmaz. Ayıp diye bir şey var. Fırsat bulunca biraz fazlaca yaprak toplar buzdolabının sebze gözüne koyardım. İki üç güne bir darladığım babam, bana kıyamaz öğretmenlik yaptığı okulun bahçesinden bana dut yaprağı getirirdi.

Kimin evladı ise o baksın değil mi? Besleyemeyeceksen tırtıl yapma kardeşim… Napsın adamcağız tırtıldan torunlarını beslemek zorunda kalırdı işte…

Tırtıllar iyice tombullaştıktan sonra yarı bellerine kadar başlarını kaldırıp sağa sola dönüyorlarsa koza yapma zamanı gelmiş demekti. Bu sefer kutuya teze dut yaprakları değil ipek ipliklerini tutturabilecekleri ince dal parçaları koymak gerekliydi. Geniş daireden ipliklerini dallar tutturan tırtıl, kendi ekseni etrafında dönerek kozasını örmeye başlar, birkaç gün sonra iri yerfıstıklarına benzeyen kozalar tamamlanırdı. Tabi bu kozaların rengi de önemli. Sarı koza daha az olduğu için daha değerli gelirdi bize. Onun için koza örmeye başlayan tırtılı dikkatle inceler adeta şeffaf o ipçiklerin hangi renk kozaya dönüşeceğini tahmine çalışırdık.

Bir müddet kozada istirahat eden tırtıllar kelebek olarak kozayı deler çıkardı. Koçboynuzuna benzer antenleri olan bu beyaz kelebeklerin, küt kanatları olurdu. Uçmayı bırakın yerinden bile kıpırdamayan bu kelebekler, bir süre sonra çiftleşir, az zaman sonra da haşhaş tohumuna benzeyen bir sürü yumurta bırakır ve ölürdü. Ölen bu kelebekleri de atmaya kıyamaz yumurtaları ile beraber saklardık. Ta ki annelerimiz bu hazinelerimizi bulup da atana kadar.

Ayy ne kadar derinlere daldım. Kalkayım da şu kara kızanlarımdan bir dut reçeli kaynatayım…

Reçelden başka bir de karadutlu çizkek yaptım kii… Nefis oldu… Ama şekil şükülü biraz kayık oldu diye fotoğrafını çekmedim. Görsellik ve sunum olmadan olmaz demeyecekseniz buyurun efendim beraberce yiyelim…




20 yorum:

  1. Dutlarla ilgili pek anım yoktur ama çok severim. Dutlu çizkek hiç düşünmemiştim doğrusu. Denerim belkii :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Karadutlu çizkek harika oldu.Eğer karadut bulursan kesinlikle dene bence :))

      Sil
  2. Paylaşımın da dut kadar tatlı olmuş camgüzeli, yüreğine sağlık. Faydalı olduğu için dut pekmezi tüketmeye çalışırız. Tahinle birlikte çok güzel okuyor. Reçelini tatmadım 😊🌷🤚

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Pekmez bana ağır geliyor yiyemiyorum maalesef :( Reçelini tavsiye ederim hele lor peyniri ile harika oluyor :)

      Sil
  3. Eskiden bizde ipek böceği beslerdik,kelebek olup-uçtuuklarına şahit olduklarımız vardı..Dut reçeli de güzelmiş,nefis gözüküyor..😊

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Ne zevkli ve öğreticiydi ipek böceği yetiştirmek :) Evet dut reçeli harika bir lezzet :)

      Sil
  4. Çocukluk o zamanlarmış şimdikiler çocukluk yaşamıyor maalesef. Yere düşen dutları da alırdık biz yere düşmüş, pislenmiş demeden :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Çocukluk her zaman güzel be Cem.Şimdikilerin sahip olduklarına da biz sahip değildik.Ama tabi, bizim çocukluklarımız daha güzeldi bence de :))

      Sil
  5. çok çok güzeldi bu yazın yaaa. kitabında olsun böyle yazıların iştee :) karadut çok severim, buz gibi karadut suyunu da, ekmek üstüne peynir ve dut reçelini de. ama ağaçtan pek yemedim tabii :) ne güzelmiş dut anıların yaaa. çocuk olmak ne güzeeel :)

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Ay daha neler vardı da uzatmayayım dedim.En güzel karadut suyunu Diyarbakır'da içtim.Anlatılamaz bir lezzet.Karadut reçelinin de en güzeli Tire'de.Tire köftenin üstüne tatlı olarak ikram ediliyor.Tuzsuz lor üzerine dökülerek servis ediliyor.Harika bir şey.
      Ağaç dalına oturup yemeyen de dut yedim demesin Deepcan :))

      Sil
    2. tire kebabııı, egenin en güzel köftesiiii :) lor ve reçel evet yediydim tireye gitmiştim bir iki keree, tire pazarı, salı günleriii :) yazı yazmışsın onu dedin de mi gel diyeee, gelcam tabisideeee :)

      Sil
    3. Ah o tire pazarının doğal ürünleri...Eveet yeni yazıyı dedim :)

      Sil
    4. urla karaburun tire. izmirdeki üç gözdem yaa. her gidişimde buralara gitmek isterim. bir de tire ne zengin bir yer. bi de bi tire müzesi açıldı yaa eski eşyalar var müzede, bi de öğretmen evi çokzeel :)

      Sil
    5. Türe ve Karaburun'u ben de çok severim.Urla'yı pek bilmem.Bir sefer öylesine gittim ama gezmedim.Müzede'ki heykeller de çok güzel.Gülcüoğlu konaklarında da kalınabiliyor aklında olsun.

      Sil
  6. Bizim buralarda yeni yeni olmaya başladı dutlar.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Bizim buralarda ise son demlerini yaşıyorlar :)

      Sil
  7. Çocukken evimizin bahçesinde iki büyük dut ağacımız vardı. Alta çarşaf tutup dökerdik,ezildiği için begenmezdik birde:(Uzun zaman oldu,o dutları yemeyeli ve çok özledim o günleri..

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Ah ah özlenmez mi? Ama dutu dalında yiyeceksin ki... :))

      Sil