DUT GÜZELLEMESİ
Manav tezgâhları
rengârenk çiçek bahçesi gibi. Önünde şöyle bir durup seyrettim bir müddet. İki
çeşit kiraz, üç farklı kayısı, çilek, şeftali, yenidünya, nektarin…
Cennete düşmüş gibiyim.
Önce uzun uzun seyrediyorum meyveleri.
Aa neler
görüyorum…
-Karadut mu
o?...
Evet ya ta
kendisi. Avuç içi kadar plastik kâsenin içinde ışıl ışıl yanıyorlar.
-Abi dut ne
kadar?
-Kâsesi 12 lira
abla.
-Kardeş yarım
kilo bile yok ne bu fiyat?
-Abla ta
Mardin’den geliyor. Dayanmıyor ki. Olsun o kadar…
Manav haklı,
olsun o kadar. İki kâse alıp geliyorum. Gelirken apartman önünde ki dut
ağacından birkaç yaprak koparayım diye uzanırken… Birkaç beyaz dut gülümsüyor
yaprakların arasından. Uzanıyorum, parmaklarımın üzerine kalkıp var gücümle
ulamaya çalışıyorum nafile. Ben uzandıkça Tantalos’dan uzaklaşan meyve dalları
gibi uzaklaşıyor, çapkınca gülümseyen beyaz dutlar. Bir taş parçası buluyorum
taa öbür kaldırımdan. Getirip ağacın dibine yaslıyorum. Üzerine çıkıp yeniden
uzanıyorum ama. Yok, yine olmuyor. Yerde ki bir dal parçası ilişiyor gözüme. Alıp
dutları dürtüyorum. Hah şimdi oldu. Bir kaç tane dut dökülüyor yere. Toplayıp
avucuma alıyorum. Ezilmemesi için avucum yarı açık eve geliyorum.
Allah’tan Sokak
tenhaydı da gelen geçen olmadı. Yoksa “yazıık, deli her halde “ filan
diyebilirlerdi.
Bu dutlarla
benim ayrı bir hukukum vardır. Daha doğrusu dut ağaçlarıyla. Apartmanımızın hemen
yanında ki metruk yer evinin bahçesinde, dalları göklere uzanan devasa bir dut
ağacı vardı. O devasa ağacın sadece birkaç dalının ucu sokağa sarkar, sarkan bu
dallardan arada patır patır dutlar düşerdi.
Şimdi dut
meyvesinin raconu dalından yemek. Yere düştüğü an kesinlikle berelenir anında
yere değen tarafı kararır. Eğer hemen yerden toplanmazsa da ne kadar karınca,
sinek varsa üzerine doluşur yemek mümkün olmaz…
İşte o sarkan
dallardan arada patır patır yeni dökülen dutlara denk gelirsek değmeyin
keyfimize.
Ayy… mikropp… Yok,
canım o da ne? Mis gibi dut işte. Çok çok tişörtünün koluna ya da beline siler
yersin afiyetle.
O metruk evden
sarkan dallarda ki dutlar daha fazla canımızı çektirirdi. Hemen karşı komşunun
bahçesin de de var ama hiç durmadan gidip izin istemesi mesele. Çekinirdik
tabi. Eğer annemle misafirliğe gidersek hemen dürtmeye başlardık. Annemiz izin
alsın. Annelerimiz izin alınca yanından öyle bir fırlardık ki arkamızda çizgi
filmlerde ki gibi toz kalkardı. Tamam, izin çıktı da dallar yüksekte. Aşağıdan
uzanabildiğimiz bir kaçını koparıp doğru kömürlüğün damına. Tabi çıkması da
kolay değil. Önce sandalye oturak sepet vb. bilumum bir şey bulup onları üst
üste dizip gayet dikkatle tırmanacaksın ki düşmeyesin. Tabi çıkamayan küçüklere
ablalık yapmak lazım. Küçükler aşağıda tişörtlerinin yenini veya eteklerini
yukarı doğru açar beklerlerdi. Biz yukarı çıkan cesur(!) ve kocaman (!) ablalar abiler topladığımız
dutları aşağıda bekleşen miniklerin açtıkları yenlerine denk getirmeye
çalışarak aşağı atardık. Orada da ulaşabildiğimiz dutlar bitince ellerimiz
yüzlerimiz yapış yapış iner doğru bahçedeki tumbada ellerimizi yüzümüzü
yıkardık.
O tulumbadan su
çekmesi ayrı bir eğlence tabi. Bir komşumuzun da kuyusu vardı. Ne kadar korksak
ta karanlık kuyunun dibinde parlayan suyun cazibesine karşı koyamaz, komşu
teyzenin görmez tarafından kovayı kuyuya salar, çıkan sesi dinler, sonra da
çıkrıkla yukarı çekerdik.
Şimdi
düşünüyorum da annelerimiz mi daha cesurdu yoksa biz mi? Onca sene hiç bir
çocuğun burnu bile kanamadı. Sadece iki üç sefer beni arı soktu o kadar. Onu da
hak ettiydim. Ne işin var da arı yuvasına çubuk dürtersin be evladım…
Yakınlarda ki
tarihi küçük bir caminin bahçesinde ise iki tane kocaman karadut ağacı vardı.
Ya işte oraya gitmek tehlikeli iş. O karadutların lezzeti başka ama. Hafif
mayhoş çokça tatlı o lezzet kendine çekerken girmeden dur bakalım. Gizlice
giderdik. Dönerken ellerimizi yüzümüzü iyice yıkardık ama elbiselerdeki lekeler
bizi ele verirdi tabi. Artık temiz bir dayak garanti. Ne yapsın annecağızlar
merdaneli makinelerle çamaşır yıkamak kolay mı? Bir de ne yapsan da o karadut
lekesi çıkmaz. Ama Allah için annem bir sefer bile üstümü kirlettim diye
vurmadı.
Bunca sene sonra
şimdi bile, eski mahallelerimiz de nerede hangi ağaç vardı, gözlerimi kapatsam
görürüm. Artık o dut ağaçlarının yerinde yeller esse de hangi apartmanın
yerinde hangi ağaç vardı yerini çıkartırım. Haa o cami bahçesinde ki kocaman
dut ağaçları hala duruyor. Çocukken bize dev gibi gelen o ağaçlar hala dev gibi
kocaman. Çocukluk yanılsaması değilmiş yani.
Bu dut
ağaçlarının bilinçaltımda bu kadar yer etmesinin bir başka sebebi daha var.
İpek böceği…
Birkaç sene
ipekböceği büyüttüm. İnce beyaz iplere benzeyen ipekböceklerini daha minicikken
alırdık. Kim den alırdık kim nasıl yumurtalardan çıkarır da satardı
hatırlamıyorum. Zira o haşhaş tohumuna benzeyen yumurtaları çok sakladım ama onlardan
hiç ipek böceği tırtılı çıkmadı. Tırtıllar taneyle satılırdı. Hatta bir sene tırtıl
almak için pullarımı satmış onun parasıyla almıştım. Aldığımız bu tırtılları
dut yaprakları yerleştirdiğimiz kutuya koyar iştahla yemelerini seyrederdik. Yaprağın
bir ucundan yemeye başladığı yerler testere ile kesilmiş gibi diş diş oyulur. Oyuldukça
da tırtıllar büyürdü. O minik tırtıllar yedikçe hızla büyür tombul birer tırtıl
olurdu. Boğum boğum beyaz üzerinde ikişerli sırayla benekleri olan o tırtılları
ellerimize alır birbirimize gösterir kiminkinin daha büyük olduğuna bakardık. En
ufak bir böcek ya da sinek konsa feryat figan eden çıtkırıldım kızlar bile bu
tırtıllardan korkmaz tiksinmez ellerinde gezdirirdi.
İşte bu dönem
bizim için de sancılı bir dönemdi. Tırtıldan yavrularımızı beslemek için her
daim taze dut yaprağına ihtiyaç var. Her gün komşu kapısını aşındırıp dut
yaprağı istemek olmaz. Ayıp diye bir şey var. Fırsat bulunca biraz fazlaca
yaprak toplar buzdolabının sebze gözüne koyardım. İki üç güne bir darladığım
babam, bana kıyamaz öğretmenlik yaptığı okulun bahçesinden bana dut yaprağı
getirirdi.
Kimin evladı ise
o baksın değil mi? Besleyemeyeceksen tırtıl yapma kardeşim… Napsın adamcağız
tırtıldan torunlarını beslemek zorunda kalırdı işte…
Tırtıllar iyice
tombullaştıktan sonra yarı bellerine kadar başlarını kaldırıp sağa sola
dönüyorlarsa koza yapma zamanı gelmiş demekti. Bu sefer kutuya teze dut
yaprakları değil ipek ipliklerini tutturabilecekleri ince dal parçaları koymak
gerekliydi. Geniş daireden ipliklerini dallar tutturan tırtıl, kendi ekseni
etrafında dönerek kozasını örmeye başlar, birkaç gün sonra iri yerfıstıklarına
benzeyen kozalar tamamlanırdı. Tabi bu kozaların rengi de önemli. Sarı koza daha
az olduğu için daha değerli gelirdi bize. Onun için koza örmeye başlayan tırtılı
dikkatle inceler adeta şeffaf o ipçiklerin hangi renk kozaya dönüşeceğini
tahmine çalışırdık.
Bir müddet
kozada istirahat eden tırtıllar kelebek olarak kozayı deler çıkardı. Koçboynuzuna
benzer antenleri olan bu beyaz kelebeklerin, küt kanatları olurdu. Uçmayı
bırakın yerinden bile kıpırdamayan bu kelebekler, bir süre sonra çiftleşir, az
zaman sonra da haşhaş tohumuna benzeyen bir sürü yumurta bırakır ve ölürdü. Ölen
bu kelebekleri de atmaya kıyamaz yumurtaları ile beraber saklardık. Ta ki
annelerimiz bu hazinelerimizi bulup da atana kadar.
Ayy ne kadar
derinlere daldım. Kalkayım da şu kara kızanlarımdan bir dut reçeli kaynatayım…
Reçelden başka
bir de karadutlu çizkek yaptım kii… Nefis oldu… Ama şekil şükülü biraz kayık
oldu diye fotoğrafını çekmedim. Görsellik ve sunum olmadan olmaz demeyecekseniz
buyurun efendim beraberce yiyelim…
Dutlarla ilgili pek anım yoktur ama çok severim. Dutlu çizkek hiç düşünmemiştim doğrusu. Denerim belkii :)
YanıtlaSilKaradutlu çizkek harika oldu.Eğer karadut bulursan kesinlikle dene bence :))
SilPaylaşımın da dut kadar tatlı olmuş camgüzeli, yüreğine sağlık. Faydalı olduğu için dut pekmezi tüketmeye çalışırız. Tahinle birlikte çok güzel okuyor. Reçelini tatmadım 😊🌷🤚
YanıtlaSilPekmez bana ağır geliyor yiyemiyorum maalesef :( Reçelini tavsiye ederim hele lor peyniri ile harika oluyor :)
SilEskiden bizde ipek böceği beslerdik,kelebek olup-uçtuuklarına şahit olduklarımız vardı..Dut reçeli de güzelmiş,nefis gözüküyor..😊
YanıtlaSilNe zevkli ve öğreticiydi ipek böceği yetiştirmek :) Evet dut reçeli harika bir lezzet :)
SilÇocukluk o zamanlarmış şimdikiler çocukluk yaşamıyor maalesef. Yere düşen dutları da alırdık biz yere düşmüş, pislenmiş demeden :)
YanıtlaSilÇocukluk her zaman güzel be Cem.Şimdikilerin sahip olduklarına da biz sahip değildik.Ama tabi, bizim çocukluklarımız daha güzeldi bence de :))
SilNefis!!
YanıtlaSilHemde nasıl nefis...!
Silçok çok güzeldi bu yazın yaaa. kitabında olsun böyle yazıların iştee :) karadut çok severim, buz gibi karadut suyunu da, ekmek üstüne peynir ve dut reçelini de. ama ağaçtan pek yemedim tabii :) ne güzelmiş dut anıların yaaa. çocuk olmak ne güzeeel :)
YanıtlaSilAy daha neler vardı da uzatmayayım dedim.En güzel karadut suyunu Diyarbakır'da içtim.Anlatılamaz bir lezzet.Karadut reçelinin de en güzeli Tire'de.Tire köftenin üstüne tatlı olarak ikram ediliyor.Tuzsuz lor üzerine dökülerek servis ediliyor.Harika bir şey.
SilAğaç dalına oturup yemeyen de dut yedim demesin Deepcan :))
tire kebabııı, egenin en güzel köftesiiii :) lor ve reçel evet yediydim tireye gitmiştim bir iki keree, tire pazarı, salı günleriii :) yazı yazmışsın onu dedin de mi gel diyeee, gelcam tabisideeee :)
SilAh o tire pazarının doğal ürünleri...Eveet yeni yazıyı dedim :)
Silurla karaburun tire. izmirdeki üç gözdem yaa. her gidişimde buralara gitmek isterim. bir de tire ne zengin bir yer. bi de bi tire müzesi açıldı yaa eski eşyalar var müzede, bi de öğretmen evi çokzeel :)
SilTüre ve Karaburun'u ben de çok severim.Urla'yı pek bilmem.Bir sefer öylesine gittim ama gezmedim.Müzede'ki heykeller de çok güzel.Gülcüoğlu konaklarında da kalınabiliyor aklında olsun.
SilBizim buralarda yeni yeni olmaya başladı dutlar.
YanıtlaSilBizim buralarda ise son demlerini yaşıyorlar :)
SilÇocukken evimizin bahçesinde iki büyük dut ağacımız vardı. Alta çarşaf tutup dökerdik,ezildiği için begenmezdik birde:(Uzun zaman oldu,o dutları yemeyeli ve çok özledim o günleri..
YanıtlaSilAh ah özlenmez mi? Ama dutu dalında yiyeceksin ki... :))
Sil