31 Aralık 2017 Pazar

SÜRPRİZ SEVER MİSİNİZ ?



SÜRPRİZ SEVER Mİ SİNİZ?

Bir havaalanında oturuyorsunuz. Bir anda bir pilot elinde valiziyle şarkı söylemeye başlıyor. Siz şaşkınlıkla bakarken check-inn masasındaki bayan görevli de pilota katılıyor. Bir anda arkanızda keman sesi duyuluyor. Sonra yanınızdaki yolcu kalkıp dans etmeye başlıyor…

Ne düşünürsünüz?

Dünya da çok eğlenceli bir akım var. Ülkemizde de örnekleri olmaya başladı.

Flash Mobb deniliyor bu etkinliğe. Daha önceden sosyal medya üzerinde organize olan, ya da bir kurumda beraber olan insanlar tarafından organize diliyor. Halka açık mekânlarda kendiliğinden, kendiliğinden gibi başlayan eğlenceli aktiviteler yapılıyor. Bu bazen de sosyal sorumluluk kapsamında farkındalık oluşturmak için olabiliyor.

Bireysel silahlanmaya dikkat çekmek veya dünya kadınlar günü vs gibi özel günlerde de yapılıyor. Ya da sadece eğlenmek için. Bu konuda birçok video bulabilirsiniz. Ben en çok ilgimi çeken ikisini paylaşıyorum.

Birinci video da her şey küçük bir kızın bir sokak müzisyeninin önündeki şapkaya para atmasıyla başlıyor. Bunun bir benzeri Türkiye’de Dünya Kadın Hakları gününde bir avm de yapılmış, ama bu örnek çok daha başarılı. Sanırım bir bankanın reklamı için çekilmiş. Beethoven’in 9. Senfonisi. Açıkçası bende klasik müziğe karşı oldukça ilgi uyandırdı. O Videodan sonra klasik batı müziği daha fazla ilgimi çekmeye başladı.

İkinci video da, çok meşhur opera parçalarından olan “Carmina Burana” operasının, bir hava alanında flash mobb olarak sunulması.

Bir flash mobb değildi ama güzel bir sürprize İzmir de rastlamıştım. Geçmiş senelerden birinde, İzmir Konak istasyonunda 29 Ekim Cumhuriyet Bayramında askeri bandonun verdiği konser muhteşemdi. Müziği, enstrümanları vücudunuzun her zerresiyle hissediyorsunuz. Olağanüstü bir duygu. En çok istediğim şeylerden biri canlı bir klasik müzik konserini dinleyebilmek. Umarım bir gün olur.

Güzel değil mi? Hiç beklemediğiniz bir andan böyle güzel şeylerle karşılaşmak.

Yeni yılınız kutlu olsun.






26 Aralık 2017 Salı

İNLEYEN NAĞMELER METROYU SARDI

BENİM DE YENİ YIL DİLEĞİM VAR !!!

İNLEYEN NAĞMELER METROYU SARDI

Soğuk bir Ocak sabahının erken saatlerinde Washington Metro İstasyonu, metroya yetişmeye çalışan insanlarla doluyken, beyaz beysbol şapkasını kaşlarına kadar indirmiş genç bir adam, kemanından önce birkaç nota çıkarır. Sonra notalar arkası arkasına metro istasyonunun duvarlarında yankılanmaya başlar.

Biraz sonra adeta kendinden geçmiş bir şekilde çalmaya devam ederken, kimse Bach’ın en zor icra edilen klasik müzik eserlerinden olduğunun farkında bile değildir. Genç adam 45 dakika boyunca Bach ‘dan dan altı klasik müzik parçası çalmaya devam eder. Konser bittiğinde kimse alkışlamadığı gibi kimse duraklamaz bile.

Konser boyunca Washington Metro İstasyonun en kalabalık saatlerinde kemancının önünden 1100 civarı insan, belki notaları bile duymadan hızla geçip gider. Sadece 6 kişi durup dinler.20 kişi para verir ve keman kutusunda biriken para sadece 32 dolardır.

Washington Post için yapılan bu sosyal deneyde metroda ki kemancı, dünyaca ünlü keman virtüözü Lohusa Bell’dir

3.5 milyon dolarlık Stradivarius kemanıyla metroda verdiği konserin benzeri için, insanlar Boston’da daha kısa bir süre önce 100 dolar civarında para ödemişlerdir.

Deneyin konusu ”algılama, keyif alma ve öncelikler”.Buradaki araştırılan sorular;

Sıradan bir yerde, uygunsuz bir saatte güzelliği algılayabiliyor muyuz?

Durup ondan keyif alıyor muyuz?

Beklenmedik bir ortamda bir yeteneği tanıyabiliyor muyuz?

                Deneyin anlatıldığı Washington Post gazetesindeki makalenin son cümlesi “eğer dünyanın en ünlü müzisyenlerinden birinin dünyada yazılan en iyi eserlerinden birini çalarken onu durup dinleyecek bir dakikamız bile yoksa acaba daha neler kaçırıyoruz hayatta ?”

***

Muhtemelen bu sosyal deneyi duymuşsunuzdur. Washington Post’taki makalenin söylediğine sonuna kadar katılıyorum.

Lakin ilave edeceğim birkaç husus var.

Joshua Bell marka değeri yüksek bir sanatçı. Evet, sadece şirketler, firmalar değil insanlar da marka artık günümüzde. Markalaşma süreci profesyonel tekniklerle yapılıyor ve uzun zaman alıyor. Ve marka değerini arttırmak için PR çalışmaları yapılırken pazarlamak içinde reklam unsurları devreye sokuluyor. Bu kötü bir şey diyemem elbette.

Ama marka olamamış Pr ve reklam desteği olmayan kaç gerçek yetenek harcanıp gidiyor? Büyük umutlarla başlayan hangi hikâyeler hayal kırklıkları ile sonlanıyor?

Bilmiyoruz… Galiba da hiç bilemeyeceğiz…

***

Hayattaki değerli şeylerin genelde yüksek fiyat ödediklerimiz olduğunu zannediyoruz. O yüksek fiyatları ödeyebilecek imkâna sahip olmak için de var gücümüzle koştururken asıl hayatı kaçırıyoruz.

Akşamdan akşama yatmaya uğradığımız için içinde oturamadığımız lüks evlerimize…

Bilmem kaç kilometre hıza, bilmem kaç dakikada ulaşabilen ama hiç o kilometre hızla süremediğimiz jeeplerimize, lüks araçlarımıza…

Bilmem ne fonksiyonlarının ne işe yaradığını çoğumuzun bilmediği son model teknoloji sahibi cep telefonlarımıza…

Sanki sadece sosyal medyada foto paylaşmak için gidilmiş zannedileceğimiz bilmem kaç yıldızlı tatillerimize…

 Ve aslında çok ta gerekli olmayan daha onlarca şeye para yetiştirmek için kendimizi paralarcasına çabalarken hayatı ıskalıyoruz.

Bir daha asla sahip olamayacağımız geri getiremeyeceğimiz en verimli zamanlarımızı saçıp savuruyoruz…

Hâlbuki bedel ödemediğimiz için kıymetinin farkında olmadığımız o kadar çok şey var ki.

Biraz etrafımıza baksak ta bu bedava güzellikleri fark etsek.

Onlardan da zevk almayı, onlarla mutlu olmayı öğrensek.

2017 de ıskaladığımız güzellikleri 2018 de fark etmemiz dileğiyle…




                                               Bahsi geçen sosyal deneyin videosu efendim...

22 Aralık 2017 Cuma

HÜZÜNLÜ GECE





Şeb-i yeldayı müneccimle muvakkıt ne bilir, Müptela-ı gama sor kim geceler kaç saat.                                                        Sabit


En uzun geceyi ne astrologlar ne de takvimleri hazırlayanlar bilir. O en uzun geceyi en iyi bilenler dertle inleyenlerdir(aşıklardır)...
                                                   
***

Ey gece al hüzünlerim senin olsun...
Kış dönsün bahara
Sabahlar benim olsun...
Saçayım avuç avuç bahar muştularını...
En uzun gece
Bitimi değil belki zemherinin,
Lakin müjdesi değil mi güneşli günlerin ? ...

18 Aralık 2017 Pazartesi

MASAL DİNLEYEN ÇOCUKLARDIK BİZ !

MASAL DİNLEYEN ÇOCUKLARDIK BİZ

Masallarımız vardı bizim, çok eskilerde kalmış gibi görünen ama aslında daha dün gibi hatırlanan. Masal anlatan dedelerimiz ninelerimiz vardı.

Ne çok severdim masal dinlemesini. İlk masallarını hatırladığım aile dostumuz Rukiye Teyze’nin Kars şivesiyle anlattığı masallardı.

-Bi kısso varmış, bi de onun degenegi, diye başlardı anlatmaya. Uzun kış gecelerinde aile ile akşam oturmasına giderdik.” Her genç kızın rüyası Zetina Dikiş makinasının” pedalıyla oynardık uzun uzun. Makinenin ve bizim zarar görmememiz için lastiğini çıkarırdı büyükler. O zaman dikiş makinesi çalışmaz, sadece pedalı ve yanındaki tekerleği dönerdi. Dolmuşçuluk oynardık o dikiş makinesiyle. Oyundan sıkılınca da büyüklerin yakasına yapışırdık ille de masal anlat diye.

O zaman başlardı büyülü dünyamız…

Sonraları okumayı öğrenince ben de masal anlatmaya başladım, okuldaki, mahalledeki arkadaşlarıma.

Kentsel dönüşümün henüz uğramadığı küçük Ege şehirlerinden birinde bahçeli evlerin olduğu sokaklarda doyasıya oynardık. Susayınca terli sırtlarımızla komşu teyzelerden birinin kapısını çalar, bahçedeki çeşmeye ağzımızı dayar, sırayla kana kana su içerdik. Yakan top, kaydırak, beştaş,9 kiremit, çelik çomak ve daha onlarca çeşit oyunumuz vardı. Bahçe yıkandıktan sonra kapıların önünde akan suda kâğıttan kayık yüzdürürdük de kimse “ayy mikrop kapacaksınız “diye azarlamazdı. Arada bir anlaşmazlığa düştüğümüz, kavga ettiğimiz de olurdu. Çelme çakan arkadaşımızla, daha dizlerimiz kanarken yumruklarımızı sıkıp kavgaya tutuşurduk, ama iş fazla büyümez, komşu teyzelerden biri araya girip herkesi yatıştırırdı. Yorulup acıkınca el tezgâhlarında dokunmuş kilimlerimizi kaldırım üstüne yayar evcilik oynamaya başlardık. Yine komşu teyzelerden birinin elimize tutuşturduğu, üstüne toz şeker ekilmiş Sana yağlı, yâda salçalı ekmeklerimizi iştahla yerken, işte o zaman masal anlatma vakti gelirdi. Kitap okumayı sevdiğim için, ben de daha çok masal olurdu ve genel de masal anlatma görevi bana düşerdi.

Dede Korkut, Binbir gece, Keloğlan masalları anlatırdık. Develer tellal, pireler berber iken başlardı masallar. Hep az gider uz gider dere tepe düz gider ama ancak bir arpa boyu yol giderdik.

Neler yoktu ki o masallarda. Fakir ama padişah kızına talip olacak kadar özgüvenli Keloğlanlar, Tepegözler, kılık değiştiren peri kızları, ağlayınca inciler saçan güldükçe güller açan güzel kızlar, derdini sabır taşına anlatan yetim sultanlar, ağlayan ayvalar gülen narlar, korkunç ama merhametli dev anaları, bir adımda dağlar aşan ifritler daha neler.

Genelde padişahların üç kız ya da üç oğlu olurdu. Hep kızların en küçüğü en güzel, en akıllı ve en iyi kalpli olurken, şehzadelerin de en yakışıklısı, en cesuru, en güçlüsü en küçük şehzade olurdu. Masalların sonunda muhakkak iyiler kazanır, sonrasında kerevete çıkılır, gökten düşen üç elma hepimize isabet ederdi.

Masal anlatmanın mekânı yoktu. Her yerde anlatılabilirdi. Okulda teneffüs aralarında, sokakta kaldırıma yaydığımız kilimlerin üzerinde, boş arsalardaki taşları dizerek yaptığımız evlerin içinde… Ama en zevklisi uzun kış gecelerinde anlatılanıydı. Isınma için tek vasıta soba olduğu için, genelde tüm aile evin en büyük odasında kurulan sobanın olduğu odada yatardı. Yer yataklarına yâda divanlarda açılan yatakların içine uzanır, yorganı boğazımıza kadar çeker, lambayı söndürür tavana vuran soba alevlerinin oynaşan ışığında annemizin anlattığı masalları dinlerdik.

Şimdiki çocuklar gibi dokununca kırılan camdan psikolojilerimiz yoktu. Yaramazlık yaparken kulağımızın çekilmesini, ya da terlik yemeyi de göze alırdık. Ama hiperaktifliğimiz, disleksimiz, astımımız, çeşit çeşit alerjilerimiz de yoktu.

Artık, annaleremizin, babaannlerimizin, dedelerimizin, ninelerimizin, bibilerimizin, amelerimizn, nenolarımızın anlattığı yüzlerce seneden süzüp gelen, binlerce insanın katkısı olan masallarımız yok. Onun yerine psikolog tavsiyesiyle yazılan masallar var. Atına atlayıp kılıcını kuşanan şehzadeler yerine çuf çuf trenler, tepegözler yerine parka giden tavşancıklar, peri kızları yerine avm de alışveriş yapan Sindy’ler, bir dudağı yerde bir dudağı gökte devanaları yerine tek boynuzlu unicornlar var.

Yok hayır… Bu günlerin yerine o günleri önermiyorum. Sadece o günleri özlüyorum. Ama O günlerinde, o masallarında artık “masal” olduğunu biliyorum.

Ama zaman zaman da düşünmüyor değilim, acaba o masalların yerine koyduklarımız yetiyor mu?

 Peki, o zaman geleneksel masallarla değil, sadece psikolog eşliğinde yazılan naif masallarla büyüttüğümüz çocuklarımız, biraz büyüyünce ya da ergenlik çağında, neden o ucube romanlara sarıyorlar? Bizim kaybolan Keloğlan, Dede Korkut ya da Bin bir Gece masalları yerine, vampirlerin zombilerin kurt adamların olduğu romanların dizilerin müptelası oluyorlar.

Bilmiyorum… Sadece düşünüyorum…

Acaba bu konuda akademik araştırmalar yapmak gerekir mi ki?




6 Aralık 2017 Çarşamba

KADININ SEÇME VE SEÇİLME HAKKI !

Yeni bebeği kız doğan  arkadaşıma kayınvalidesinin teselli cümlesi ”olsun kızım, o da Allah’ın”  yarattığı Hâlbuki arkadaşımın hayali ilk bebeğinin kız olmasıydı ve öyle olduğu haberine ne kadar sevinmişti.

Kadın erkek eşitliği meselesi  çok su götüren bir mevzu. Bence kadın da erkek de tek başına yarımlar. Ancak bir araya gelince anlamlı bir bütün olabiliyorlar. Dünya dengesi eksi artılar üzerinden sağlandığı gibi insanlık dengesi de kadın ve erkek üzerine kurulmuş

5 Aralık Türk kadınına seçme ve seçilme hakkının verilişinin yıl dönümü. Bu hak Dünya’da kadınların büyük çabaları sonucu elde edildi. Cumhuriyet döneminde elde ettiğimiz bu hak  ve diğer kadın hakları için, Osmanlı döneminde de kadınlar aslında bayağı bir gayret sarf etmiş.

Bu konuda etkili çalışmalar yapan çeşitli kadın dernekleri ve çıkarılan dergiler var. Mesela Osmanlı  Müdafaa-i  Hukuk-ı  Nisvan Cemiyeti (Osmanlı Kadınının Haklarını Savunma Derneği)kadın hakları için yaptığı diğer çalışmaların yanında, ilk feminist kadın dergi  olan” Kadınlar Dünyası “ dergisini  de çıkarmış. Derginin yazar kadrosundan mürettiplerine varıncaya kadar hepsi kadın. Kadınların hak ve hukuku tanınmadıkça erkek yazılarına yer verilmeyeceği” belirtiliyor. Tabi 1. Dünya savaşı ve ardından gelen Kurtuluş savaşı nedeniyle bu çalışmalar yarım kalıyor. En nihayetinde Cumhuriyet döneminde  5 Kasım 1934’te kadınlara seçme ve seçilme hakkı veriliyor
***
                Batı dünyasında da kadınlar oy kullanma hakkına sahip olmak için  çok mücadele etmiş, aşağılanmış, tutuklanmış, açlık grevi yapmışlar. Bu dönemde erkek cephesi de boş durmamış. Aşağıda göreceğiniz  resimler kadın haklarının ne kadar tehlikeli olabileceğini anlatmak için 100 yıl kadar öncesinde Batı’da kartpostal olarak  basılmış. Bu kartpostallarda kadının evinin yeri olduğu, kadın haklarının aile değerlerini nasıl yok edeceğini anlatan  düşünceler anlatılıyor. Gerçi kadınların yılmaz mücadeleleri sonucu statüleri  değişmiş olsa da bu kartpostallar, erkeklerin kadına bakış açısını göstermesi açısından ilginç. Bu kartpostallar Kadın ve Cinsiyet Çalışmaları yapan Prof.Catherine H. Palczewski’nin 15 yıl boyunca biriktirdiği koleksiyonundan parçalar.

Şimdi bize komik gelen bu resimler asılında kadınların nelerle uğraşmak zorunda kaldıklarını gösteriyor.

Ve son söz diyorum ki konu kadın olunca Doğu Batı insanı olarak yokmuş (!)  aslında birbirimizden farkımız…




1 Aralık 2017 Cuma

HÜZÜNLÜ MEVSİMDEN SICAK BİR GÜLÜMSEME KİTAPLAR !


HÜZÜNLÜ MEVSİMDEN SICACIK GÜLÜMSEME KİTAPLAR!

Koca şair Yunus ne güzel demiş

“Bir ben vardır bende, benden içeru”

Benden içeru bir ben, bende de var ama bir değil birçok. Seç beğen al da diyemiyorum çünkü tek ambalajda. Yani seçemiyorsun hepsiyle yaşayacaksın mecbur. Öyle olunca birbirinden farklı benlerle yaşamak kolay değil, kakofoni gürültü oluyor sık sık. Eh bazen de birazcık kavga.

Bunlar öyle  İd-Ego-Süperego  gibi afili benler değil üstelik. Basbayağı bacılar koalisyonu. Dantel Bacı ile Domestik Bacı bizim Entel Bacıya karşı birlik olup kazan kaldırdılar. Zaten uzun zamandır Dantel Bacının Yüncü vitrinindeki rengârenk yünlere iç geçirerek bakmasından belliydi böyle olacağı.

Her şey bir yün bere örmek için adımımı yüncü dükkânından içeri atmamla başladı. Arkası geldi. Hali hazırda dördüncü bere atkı takımımı örüyorum. Sırada yeğenime hırka örme var. Dantel Bacı faaliyete geçerde Domestik Bacı durur mu? Oda canım “içli köfte istiyor ama dışarıda pahalıya, gelir ben evde yaparım”  diye aradan girdi, o giriş. Aşure, Biber dolması, triliçe, wafle, içli köfte derken işi büyüttü. Ben biliyorum hedefinde bir altın gününe kapağı atmak var ama zor işte şimdilik ekran karşısında yemek programlarında tarif topluyor.

Çok utanarak söylüyorum ki yemek programları derken, tövbe istiğfar ettiğim dizilerden birkaçını da seyretmeye başladım. Ama inanın Domestik&Dantel Bacıların oyununa geldim. Örgü örerken boş durma dediler kanıma girdiler. “Ama Gerbner diyor ki” diye başlayan Entel Bacıya, ellerini bellerine koyup öyle bir baktılar ki zavallı pıstı kaldı.

Ama Entel Bacı da size film izleteyim diye kandırıp 90 lar ve 2000 lerde çevrilen sanat filmlerinden izletti zavallılara. Eh yaşasın intikam, yaşasın kötülük nah hah ha.

Yok, çok ta haksızlık etmeyelim Türk sanat filmlerine, aslında heyecanlılar bile.10 dakika kameraya bakarak sigarasının dumanını üfleyen Nuri Bilge Ceylan kaşını oynatınca bizde bir heyecan ”Aha kaşı kıpırdadı, bakalım sırada hangi aktivite var. Bence bu sefer dumanı üflerken dudaklarını büzecek “.Ya da 15 dakika eşzamanlı olarak çamurlu köy sokaklarında yürüyen kızı kamerayla beraber takip ediyoruz. Heyecanla bekliyoruz acaba ne olacak.15 dakikanın sonunda kız bir evin kapısını çalıyor ve diyor ki “annem seni çağırıyor ”Biz de şok tabi… “Aa adamın başının yarısı kadrajın dışında kalmıış” diyen Dantele bizim Entel “yok ya öyle değil, o bir sembolik anlatım. Adamın kafasının filozofik düşüncelerle dolu olduğunu anlatıyoo” diye trollüyor. Bizimkiler de inanıyor garipler…

Bide Kezban Bacı var. O her şeye karşı, her şeye muhalif çaçaron bişey. Tüm gün içten içe söylenir. Battaniyesini dizlerine alıp kahve içerken kitap okuyan Entele, aşurenin dibini tutturan Domestik’e, ördüğü bereyi yanlış ilmekle başlayan Dantele.

Sadece evle kalsa yine iyi. Kaldırımdaki ağacı budayacağım derken kuşa çeviren alt kattaki bakkala, kapının önünde top oynarken küfreden mahallenin veletlerine, ağacın dibine kediler su içsin diye koyduğu su kabına sigara izmariti atan magandalara, balkondan çiğdem çitleyip aşağı kabuklarını atan karşı komşuya. İyi hoş da bazen başını belaya sokacak diye korkuyoruz. En son gecenin geç saatlerinde motosikletinin egzozunu bağırtarak geçen beyefendinin (!) kafaya elmayı yapıştırıyordu kii, son anda yetişip pencereyi kapattık.

Eh bu kadar kakofoniye karşılık bizim Entel sesini çıkarmadan fırsat buldukça kitap okudu. Da listesi de pek uzun anacım.65 kitaba ulaşan listede daha okuyacağı epey kitap var. Eh napalım listeyi yapan o.

Hâsılı kelam sonbaharı da bitirdik hayırlısıyla. Bakalım kışı ne yaparız. Dantel&Domestik bacılar izin verirse yazmaya ağırlık vereyim diyorum. Lakin bizim Dantel Bacı anneden kalma kanaviçelerle patchwork yatak örtüsü dikme hayali kuruyor. Domestikte evin düzenine takmış bir bardak sehpanın üstünde kalsa kıyameti koparıyor. Bakalım artık ne yaparız.

Bunlar da sonbahardan bana kalanlar…



1 : TANİOS KAYASI = Amin Maalouf







Başka milletlerin birbirlerine bakış açısını ve eş zamanlı tarihin  algılanış biçimlerini merak ederim.Bu kitapta Hıristiyan Arapların gözünden Osmanlı var.150 yıl önce kendi ülkelerinden kilometrelerce uzakta Amerikalı ve İngilizlerin Ortadoğudaki güç mücadeleleri anlatılıyor.İlginç bir roman

 2: PUSLU KITALAR ATLASI =İhsan Oktay Anar






Platon'un "Mağaradaki Gölgeler" alegorisindeki anlatım benzeri ,zaman ve gerçeklik kavramları üzerinden kurgulanmış bir roman.Tarihe bir yolculuk.Hayal ve gerçekliğin sorgulanması.Güzel bir Roman.Oldukça sevdim.Yazar İhsan Oktay Anar'ın akademisyen bir felsefeci olduğunu hatırlatmakta yarara var.