Yetim bir kız
varmış. Üvey annesi onu döver çok zor işlerde çalıştırırmış. Zavallı kız daha
fazla dayanamamış ve bir gün evden kaçmış. Gün boyunca yürümüş yürümüş sonunda
yorgun düşmüş. Bu arada yaşadıkları şehirden de iyice uzaklaşmış. Sığınacak bir
yer ararken uzaktan bir ışık görmüş. Işığa yaklaştıkça da çalgı sesleri duymuş.
Sonra ne görsün.
Büyük bir ateş yanıyor etrafında da cinler dans ediyor. Meğer cinler
padişahının kızının düğünü varmış. Bu da
aralarına karışmış. Onlarla oynarken birde bakmış ki üvey annesinin en sevdiği
elbisesi cinlerden birinin üstünde. Hemen yaklaşmış. Fark ettirmeden ucundan
bir parça yırtıp cebine saklamış. Cinler onu çok sevmişler giderken yanına bir
torba dolusu altın vermişler.
Sabah kız bir
uyanmış ki cinlerden hiçbir iz yok. Altın torbasında da kuru soğan kabukları
dolu.
Hemen koşa koşa
eve gelmiş. Üvey annesinin sandığından elbisesini çıkarmış bakmış. Aynen akşam
ki elbise üstelik te eteğinin bir parçası yırtık. Elinde ki yırtık parça da
oraya tam uyuyor…
İşte bu aşamada, yani gizemin çözüldüğü aşamada sesini iyice
alçaltır adeta fısıldayarak anlatır korkuyla açılmış gözlerle seni dinleyen
arkadaşlarınla kafalarınız birbirine değecek kadar yaklaşırsınız.
-Ee onların cin
olduğunu nereden anlamış ki?
-Çünkü cinler
harabe yerlerde gece ateş etrafında toplanarak dans ederler…
-Altınları alıp
yerine soğan kabuğu mu bırakmışlar?
-Hayır, canım
onların parası altını soğan kabuğundandır. Ama sadece geceleri, gündüzleri
yeniden soğan kabuğuna döner.
-Ayy ama cinler
adlarının anıldığı yere gelirlermiş. Cin dememek lazımmış.
-Ee ne diyeceğiz
o zaman?
-Üç harfli
diyeceksiniz. Bir de geceleri çöp dökmeye çıkmamak lazımmış. Çünkü cinl... Aman
yani üç harfliler çöplerden beslenirmiş.
-Cinl… Aman yani
üç harfliler geceleri hayvan kılığına girerlermiş. Gece kedi köpek eşek gibi
hayvanları görünce euzu besmele çekmek lazımmış…
-Bir de iki
tarafına tüf tüf diye tüküreceksin…
-Haa bide giyeceklerini
katlamadan koyarsan gece onları üç harfliler giyermiş…
Uzun yaz
günlerinin, güneşin yakıcılığını yitirdiği ikindi vakitlerinde ki en güzel
eğlencelerden birisi de korku hikâyeleri anlatmaktı.
Ama böyle hikâyeler
her yerde anlatılmaz tabi. Hikâyeyi destekleyecek ambiyans için mekân önemli. Kömürlük
olur harabe bir evin içi olur, loş ve karanlık bir yer olmalı ki etkisi artsın.
Tabi daha o zamanlar,
ithal malı zombiler, Twiligt zone
kurguları filan daha yurda giriş yapmamış. Kurt adam ve vampirler kontu Drakula
biraz biraz bilinmekle beraber popüler değil.
Bu korku hikâyeleri
saatlerinin en başkarakterleri tamamen yerli ve milli kahramanlar olan cin ve
peri hikâyeleriydi.
Birisi hikâyeyi
anlatmaya başladı mı diğerleri de eksik yerleri tamamlar Cin kültür ve
bilimleri uzmanı edasıyla büyük bir ciddiyetle onların hayatları kültür ve
gelenekleri hakkında bilgiler verir cin çarpmasından korunma yöntemlerini
anlatırlardı.
Nispeten
büyükler bu konuda uzmanlıklarını konuştururken daha küçükler korku ile açılmış
gözlerle manyetize olmuş gibi başlarını konuşandan konuşana çevirerek dinlerlerdi.
Dinlemekten daha
zevkli olan ise üniversite kürsüsünde ders anlatan bir profesör yetkinliği ve
edasıyla anlatırken, dinleyicilerin gözünde ki o kesif korkuyu görmekti.
Ne kadar ciddi
olursan o kadar ciddiye alınırsın tabi…
Bu konularda
uzman olan çocuklardan biri olarak, her anlatışımda daha da gizem katacak
detaylar ekler, sesimi alçaltıp yükselterek etkiyi arttırmaya çalışırdım. Bu
uzmanlık çocuklar arasında saygı görmenin ve ciddiye alınmanın yollarından
biriydi elbette.
Buraya kadar iyi
hoş da bir de bunun korku saatinin bitip eve dönme safhası vardı. Kesin ezandan
sonra sokakta kalmamalısın. Eğer loş merdivenlerde, saatin geçip havanın
karardığını fark etmez ya da hikâyeyi yarıda kesemezsen ezanın sesi ile
yerinden fırlar terliklerin ayağından fırlamasın diye tökezleye koşarak ezan
bitmeden eve yetişmeye çalışırdın.
Kendi dibini zor
aydınlatan, sarı ışıklı sokak lambalarının olduğu sokaktan, floresan lambaların
aydınlattığı evine varıp, kapıyı kapatıp sırtını kapıya yaslayarak derin bir oh
çekmenin rahatlığı anlatılmaz tabi.
Haa o zamanlar
floresan lambalar yeni çıktığı için bu çiğ ışık, modernliğin meşalesi gibi yeni
yeni evleri aydınlatmaya başlamıştı. Bizim evimiz de de floresan lamba ile
aydınlanan apartmanlardan birinin zemin katındaydı.
Bunca şeyi nerden
bilirdik inanın hiç bilmiyorum. Galiba bizim o zamanın sürümü çocuklarına
standart donanım olarak yüklenmiş dünyaya geliyorduk. Zira büyüklerden bu tarz
şeyler duyduğumu hatırlamıyorum, İnternet bilgisayarın daha adı bile
duyulmamış, masal kitaplarında bunca detay verilmiyordu. Zaten masal dediğin
adı üstünde masal, yani tamamen hayal ürünü olan gerçek olmayan hikâyeler
demek. Ama bu üç harfli kültür ve edebiyatı tamamen farklı bir bilim ve
uzmanlık alanı.
Dede Korkut edasıyla
ve bir üç harfli bilimleri uzmanı antropolog ciddiyetiyle anlatıp korkuttuğum arkadaşlarımın
ahı yazın köyde çıktı ama. Dedemlerin tuvaleti bahçeyi dolanarak geçilen uzak
bir köşede. Akşamları oraya gitmek zorunda kalmak ise tam bir kâbus.
Kardeşlerime yalvararak yanıma refakatçi alıp, ayaklarım sırtıma vurarak koşa
koşa gidip gelmek zorunda kalınca tuvaletleri bahçelerinde olan arkadaşlarıma
ne yaptığımı, bilinçaltlarına nasıl bir korku empoze ettiğimi anladım ama…
Napayım ama
zorla mı dinlettim? Anlatmam için ısrar ettiler
dia o kadar
Neyse ya… Sokağımız
da ki perili konağın hikâyeleri çok bende, sonra bir ara anlatırım.