22 Haziran 2020 Pazartesi

YERLİ VE MİLLİ ALACA KARANLIK KUŞAĞI


Yetim bir kız varmış. Üvey annesi onu döver çok zor işlerde çalıştırırmış. Zavallı kız daha fazla dayanamamış ve bir gün evden kaçmış. Gün boyunca yürümüş yürümüş sonunda yorgun düşmüş. Bu arada yaşadıkları şehirden de iyice uzaklaşmış. Sığınacak bir yer ararken uzaktan bir ışık görmüş. Işığa yaklaştıkça da çalgı sesleri duymuş.

Sonra ne görsün. Büyük bir ateş yanıyor etrafında da cinler dans ediyor. Meğer cinler padişahının kızının düğünü varmış. Bu da aralarına karışmış. Onlarla oynarken birde bakmış ki üvey annesinin en sevdiği elbisesi cinlerden birinin üstünde. Hemen yaklaşmış. Fark ettirmeden ucundan bir parça yırtıp cebine saklamış. Cinler onu çok sevmişler giderken yanına bir torba dolusu altın vermişler.

Sabah kız bir uyanmış ki cinlerden hiçbir iz yok. Altın torbasında da kuru soğan kabukları dolu.

Hemen koşa koşa eve gelmiş. Üvey annesinin sandığından elbisesini çıkarmış bakmış. Aynen akşam ki elbise üstelik te eteğinin bir parçası yırtık. Elinde ki yırtık parça da oraya tam uyuyor…

İşte bu aşamada,  yani gizemin çözüldüğü aşamada sesini iyice alçaltır adeta fısıldayarak anlatır korkuyla açılmış gözlerle seni dinleyen arkadaşlarınla kafalarınız birbirine değecek kadar yaklaşırsınız.

-Ee onların cin olduğunu nereden anlamış ki?

-Çünkü cinler harabe yerlerde gece ateş etrafında toplanarak dans ederler…

-Bir de cinlerin göz kapakları yukarı doğru açılır ayakları da terstir.

-Altınları alıp yerine soğan kabuğu mu bırakmışlar?

-Hayır, canım onların parası altını soğan kabuğundandır. Ama sadece geceleri, gündüzleri yeniden soğan kabuğuna döner.

-Ayy ama cinler adlarının anıldığı yere gelirlermiş. Cin dememek lazımmış.

-Ee ne diyeceğiz o zaman?

-Üç harfli diyeceksiniz. Bir de geceleri çöp dökmeye çıkmamak lazımmış. Çünkü cinl... Aman yani üç harfliler çöplerden beslenirmiş.

-Cinl… Aman yani üç harfliler geceleri hayvan kılığına girerlermiş. Gece kedi köpek eşek gibi hayvanları görünce euzu besmele çekmek lazımmış…

-Bir de iki tarafına tüf tüf diye tüküreceksin…

-Haa bide giyeceklerini katlamadan koyarsan gece onları üç harfliler giyermiş…

Uzun yaz günlerinin, güneşin yakıcılığını yitirdiği ikindi vakitlerinde ki en güzel eğlencelerden birisi de korku hikâyeleri anlatmaktı.

Ama böyle hikâyeler her yerde anlatılmaz tabi. Hikâyeyi destekleyecek ambiyans için mekân önemli. Kömürlük olur harabe bir evin içi olur, loş ve karanlık bir yer olmalı ki etkisi artsın.

Tabi daha o zamanlar, ithal malı zombiler,  Twiligt zone kurguları filan daha yurda giriş yapmamış. Kurt adam ve vampirler kontu Drakula biraz biraz bilinmekle beraber popüler değil.

Bu korku hikâyeleri saatlerinin en başkarakterleri tamamen yerli ve milli kahramanlar olan cin ve peri hikâyeleriydi.

Birisi hikâyeyi anlatmaya başladı mı diğerleri de eksik yerleri tamamlar Cin kültür ve bilimleri uzmanı edasıyla büyük bir ciddiyetle onların hayatları kültür ve gelenekleri hakkında bilgiler verir cin çarpmasından korunma yöntemlerini anlatırlardı.

Nispeten büyükler bu konuda uzmanlıklarını konuştururken daha küçükler korku ile açılmış gözlerle manyetize olmuş gibi başlarını konuşandan konuşana çevirerek dinlerlerdi.

Dinlemekten daha zevkli olan ise üniversite kürsüsünde ders anlatan bir profesör yetkinliği ve edasıyla anlatırken, dinleyicilerin gözünde ki o kesif korkuyu görmekti.

Ne kadar ciddi olursan o kadar ciddiye alınırsın tabi…

Bizim korku hikâyelerimizin mekânı, sokağımızın köşesinde ki metruk konaktı. Hani konak dediysem de iki katlı büyükçe bir ev. Evin kuzey tarafında ki merdivenleri, üç beş basamak sonra binanın içine doğru devam eder, önünde ki büyük çınar ağacının gölgesi zaten loş olan ortamı daha da gölgeli hale getirerek adeta bir korku filmi platosuna çevirirdi.

Bu konularda uzman olan çocuklardan biri olarak, her anlatışımda daha da gizem katacak detaylar ekler, sesimi alçaltıp yükselterek etkiyi arttırmaya çalışırdım. Bu uzmanlık çocuklar arasında saygı görmenin ve ciddiye alınmanın yollarından biriydi elbette.

Buraya kadar iyi hoş da bir de bunun korku saatinin bitip eve dönme safhası vardı. Kesin ezandan sonra sokakta kalmamalısın. Eğer loş merdivenlerde, saatin geçip havanın karardığını fark etmez ya da hikâyeyi yarıda kesemezsen ezanın sesi ile yerinden fırlar terliklerin ayağından fırlamasın diye tökezleye koşarak ezan bitmeden eve yetişmeye çalışırdın.

Kendi dibini zor aydınlatan, sarı ışıklı sokak lambalarının olduğu sokaktan, floresan lambaların aydınlattığı evine varıp, kapıyı kapatıp sırtını kapıya yaslayarak derin bir oh çekmenin rahatlığı anlatılmaz tabi.

Haa o zamanlar floresan lambalar yeni çıktığı için bu çiğ ışık, modernliğin meşalesi gibi yeni yeni evleri aydınlatmaya başlamıştı. Bizim evimiz de de floresan lamba ile aydınlanan apartmanlardan birinin zemin katındaydı.

Bunca şeyi nerden bilirdik inanın hiç bilmiyorum. Galiba bizim o zamanın sürümü çocuklarına standart donanım olarak yüklenmiş dünyaya geliyorduk. Zira büyüklerden bu tarz şeyler duyduğumu hatırlamıyorum, İnternet bilgisayarın daha adı bile duyulmamış, masal kitaplarında bunca detay verilmiyordu. Zaten masal dediğin adı üstünde masal, yani tamamen hayal ürünü olan gerçek olmayan hikâyeler demek. Ama bu üç harfli kültür ve edebiyatı tamamen farklı bir bilim ve uzmanlık alanı.

Dede Korkut edasıyla ve bir üç harfli bilimleri uzmanı antropolog ciddiyetiyle anlatıp korkuttuğum arkadaşlarımın ahı yazın köyde çıktı ama. Dedemlerin tuvaleti bahçeyi dolanarak geçilen uzak bir köşede. Akşamları oraya gitmek zorunda kalmak ise tam bir kâbus. Kardeşlerime yalvararak yanıma refakatçi alıp, ayaklarım sırtıma vurarak koşa koşa gidip gelmek zorunda kalınca tuvaletleri bahçelerinde olan arkadaşlarıma ne yaptığımı, bilinçaltlarına nasıl bir korku empoze ettiğimi anladım ama…

Napayım ama zorla mı dinlettim?  Anlatmam için ısrar ettiler dia o kadar

Neyse ya… Sokağımız da ki perili konağın hikâyeleri çok bende, sonra bir ara anlatırım.

 






9 Haziran 2020 Salı

PRATİK EĞİTİMDEN ONLİNE EĞİTİME BİYOLOJİ…


PRATİK EĞİTİMDEN ONLİNE EĞİTİME BİYOLOJİ…

-Anne bana para verir misin?

-Daha yeni verdim ya oğlum…

-Ama bittii…

-Napcan parayı oğlum ya?

-Jeton alcam yeniden. Tırtılların kafasına tokmak vurmaca oynicam…

-Bissürü oynadın ya oğlum. Hem bak pizza ve pasta da yedin. Yeter bu günlük…

“Anne para verir misin  ?” yalvarmaları bir süre sonra ”anneeaağ para istiyooom…” feryatlarına dönüşür. Bir Avm gezmesi daha öfkeli suratlar ve çekiştirilerek eve götürülen çocuk görüntüleri ile sonlanır.

Şimdi ne yapsın çocuk? Tırtılı ancak Avm de oyuncak olarak görüyor. Hâlbuki tabiata bir çıkabilse ne oyunlar ne oyuncaklar bulacak…

Şimdi tabiatta ki en güzel oyunlar hayvanlarla oynanan oyunlar.

Hayvanlar ise ikiye ayrılır. Elle tutulanlar, çubukla dürtülenler.

Elle tutulanlar tüylü kürklü tüm hayvanlar diyebiliriz. Tavşan, kuzu, ördek, kedi, köpek, civciv gibi hayvanlar.

Çubukla dürtülenler ise, korkulduğu ya da tiksinildiği için ele alınamayan,  solucan, tırtıl, arı, kurbağa gibi hayvanlar.

Yani “dürtme” ,sosyal medya da hayatımıza girmeden çok önce, çocukların” alanda biyoloji”  eğitiminde yaygın kullandığı bir eylemdi

Sokakta oynayabilme özgürlüğü olan çocukların en kolay erişiminin olduğu hayvanlar kedi köpekler. Sonra pazardan alınan civcivler, kafeste beslenen muhabbet kuşları. Daha şanslı olanlar ise bir şekilde bir köyle bağlantısı olabilenler. Tatil köyü yazlık gibi köyler değil ama basbayağı organik köy. Haa, şehirlerin kenar köşe mahallelerinde oturup ta boş arsa şeklinde oyun alanlarına sahip olanlar da bir nevi bu kategoriden sayılabilir.

Eğer bir köye gidebiliyorsanız kedi köpeğin yanında kuzu, oğlak, tavşan, hindi, kaz, civciv hatta sevimli bir sıpa ile bile arkadaşlık edebilme ihtimali var. Yalnız civcivlerle oynayabilmek azıcık sıkıntılı olabilir. Zira biraz etrafında dolanınca, annesi tavuk hanımefendi, kanatlarını kabartmış şekilde bir gözdağı verir. Aldırış etmeyip bir civcive el sürmeye kalkınca da atmaca gibi saldıran tavuk hanımefendinin, gaga darbelerinden kaçabilme çevikliğine ve hızına sahip olmak gerekir tabi.

Ne demişler “analı kuzu, kınalı kuzu”  Şehir pazarlarında satılan, çiftlik mahsulü, sapsarı yetim civcivcikler gibi değil tabi köy civcivleri. Feleğin çemberinden geçmiş, kendi besinini kendi bulan, ayakları üstünde sapasağlam durabilen köy tavuğu analara sahipler. Öyle elinize alıp yumuşacık tüylerini okşarken sımsıcak titreyen vücudunu ellerinizin arasında hissedemez kalp atışlarını avuçlarınızda duyamazsınız. Büyüyüp analarının himayesinden çıkınca da artık bir cazibesi kalmaz.

Çocukluğumun geçtiği şirin Ege kentinde daha kentsel dönüşümün olmadığı mahallelerde bol miktarda oyun alanımız vardı. Sokaklar ve boş arsalar eski yıkık evlerin bahçeleri. Saklambaç körebe çelik çomak yakan top gibi efor gerektiren oyunlardan sonra kan ter içinde su içmek için bahçesine dalacağımız brik kaç ev vardı mahallede. Bahçesinde tulumba olan evler.

Bir çocuk emme basma tulumbanın kolunu çekerken sıraya girer avuçlarımıza doldurduğumuz su tozlu kirli kollarımızdan yol yol akarken kana kana içtikten sonra yüzümüzü yıkardık.

Ne zevkli şeydi o tulumbadan su çekmek. Eğer tulumba kurumuşsa bir bardak can suyu dökmek gerekirdi. Sonra kolun indirilip kaldırılırken gııaarç gııaarç ses çıkaran tulumbadan kol kalınlığında buz gibi su akmaya başlardı. Yalnız burada en az iki kişi olması lazım ki doğru düzgün su içebilesiniz. Zira tek başına iseniz tulumba kolunu indirip de akan su bitmeden yetişebilmek çok zor. Arka arkaya teşebbüsten sonra toplamda ancak yarım avuç su içmek mümkün olur.

Eh bu kadar yorulduktan sonra ise daha dingin daha asude oyunlar bulmak gerekli değil midir?

Biz de bir yandan dinlenirken bir yandan da arsanın kuytu köşelerinde ki doğal hayatı keşfetmeye çıkardık o zaman.

Kaldırılan her kocaman taşın altında ışığı görünce telaşla kaçışan hayvanlar olurdu. İşte çubukla hayvan dürtmece oyunu o zaman başlardı.

En mutlu olduğumuz anlardan bir tespih böceği bulduğumuz an. İnce bir çubukla dürtünce tortop olan hayvancağızı elimize alır dikkatle incelerdik. Toprağa bıraktıktan sonra da bir müddet aynı şekilde kalır biraz vakit geçip kendini emniyette hissedince de yeniden açılıp yürümeye başlardı. Tabi o zaman yeniden çubukla dürtme zamanı gelmiş demekti.

İkinci sopa dürt melik hayvan ise kıskaçlı böcek ya da kulağakaçan böceği. Arka tarafında ki kıskacı ile tarihöncesi zamanlardan kalmış görüntüsü olan bu böceklere dair korkunç hikâyeler anlatırdık.

-Var yaa… Bu böcek bir çocuğun kulağından içeri girip beynine kadar gitmiş. Beynini yemiş ondan sonra da çocuk ölmüş yaa…

Allah var, bu böceğin zarar verdiği ya da ısırdığı hiçbir çocuğa rastlamadım ama yanaşmaya korktuğumuz bu böcekleri az dürtmedik.

Sonra arılar ya da arı yuvaları vardı.

Önce var gücü ile bağırıp ağlayarak bir çocuk bahçeden içeri dalardı ardından da bir alay çocuk.

-Teyzeee Aamedi arı soktuuu…

-Teyzee Aamet  sopa ile arı yuvasını düşürdü. Arı da onu soktuuu…

Tabi arı sadece Aaamedi sokmaz ya, beni de soktu üç beş sefer. Sokağımızın hemen karşısında yaşlı bir teyzenin evinin saçağına arılar yuva yapmış. Dışarıdan böyle bir çamur kütlesi görünüyor. Karnı, parlak sarı siyah eşek arıları vızıldayarak girip çıkıyor. Şimdi bizi, yuvanın içinin nasıl olduğu merakı aldı. Yuva yüksekte ulaşıp bakabilmek mümkün değil.

Napalım biz de uzun sopalar bulduk. Bi komşumuzun bahçe duvarının kenarında istif edilmiş bağ çubukları var. Onların arasından uzun birer sopa temin ettik. Gittik aşağıdan arı yuvasına dürtüyoruz. Sonra düştü mü bu yuva. Üstümüze arılar hücum etti mi?

Biz cesur cengâverler nasıl kaçıyoruz. Benim tam yanağımın üzerinden bir arı soktu. Nasıl bir acı tarif edemem. Koştum eve geldim. Bağırmaktan ne olduğunu anlatamıyorum. Arkadaşlarım durumu izah ettiler anneme. Sonra annem yoğurt sürdü. Yemek kaşığının sapını bastırdı. Uzun süre içimi çeke çeke ağladım.

Sonra ne mi oldu? Tekrar gittik düşen arı yuvasının içini inceledik. Altıgen bölümlerden oluşan yuvanın içine hala arılar girip çıkıyordu. Sonra birkaç sefer daha arı soktu beni. Halamın terasında ki arı kovanını merek edip incelerken bu sefer de bal arısı soktu. İşte bu daha sıkıntılı. Zira içeride kalan arının iğnesini çıkarmak gerekti.

 Pişman mıyım? Valla o zamana dönsem, yine olsa yine yaparım.

Sonra sopa dürt melik solucan salyangoz ve sümüklü böcek vardı. Yağmur ertesi bunlardan arsada bol miktarda bulunurdu. Sırtında yuvası ağır ağır yürüyen salyangoza dürtünce hemen kabuğu içine saklanırdı. Sümüklü böceğin ise kabuğu yok ama o da yaldızlı izler bırakarak ağır ağır yürürdü.

Oğlanlar ve erkek Fatma kızlar böcekleri dürterken daha naif ve nazlı kızlar yere çömelip ellerini kucaklarına saklayarak seyrederdi olanları.

Solucanları ise sopanın ucuna alıp düşürmeden komşumuz Tikiye Annenin bahçesinde ki tavukları beslemeye koşardık. Tikiye anne, Fikrîye teyzeye çocukların taktığı isimdi.

Haa bir de kurbağalar var tabi. Onları da eline alamazsın. Şimdi üzerinde ışıklı havuzların çiçek tarhlarının olduğu kenarında kafelerin sıralandığı alan, üstü açık dereydi bir zamanlar. Özellikle bahar gecelerinde kurbağa sesine cırcır böceklerini sesi karışırdı. Geceleri bu kadar bağrına kurbağaları gündüz koyduysan bul. İki adam boyu duvarın olduğu dereye inebilmek için birkaç nokta vardı. Birisi dere kenarında küçük bir çıkmaz sokak oluşturan evlerin sonunda ki taş ve kayaların arasından kaymadan düşmeden tutunarak ağır ağır inilebilen bir yol(!)

Cesur birkaç çocuk aşağı inerken diğerleri derenin duvarından bizi seyrederdi. Biz aşağı inip taşları kaldırarak aramaya başlayınca ortada görünmeyen kurbağalar birer ikişer cup cup suya atlar ortalık yeniden kurbağa vıraklamaları ile dolardı. Bir de su birikintilerinden birinde kurbağa yavrusu bulduysak değmeyin keyfimize. Bu durumda gurubumuz ikiye ayrılırdı. Derslere kulak vermeyen tembeller bunların balık olduğunu iddia ederken çalışkan öğrencilerse bunlara kocabaş denildiğini büyünce kurbağa olacağını anlatırdı.

Hani hani ayakları nerde? Hem bak kuyruğu da var… Diye diretenlere daha küçükler de var güçleri ile destek olur “Yaa akıllıım” nidaları arasında kesin karara varamadan dereden çıkar başka bir oyun peşine düşerdik

Ha bu arada,” akıllım” ağır ironi içeren, “senin aklın ermez” anlamına gelen bir hakaretti, biz çocukçasında…

Daha bunun karıncası tırtılı uğur böceği gibi bir sürü detayı var da… Neyse burada bırakayım, belki bir gün onları da anlatırım.