30 Haziran 2017 Cuma

RÜŞVETE DUR DE!




RÜŞVETE DUR DE

 Vakti zamanın birinde kilolarından şikâyetçi bir kadıncağız varmış. Bütün gün ağzına lokma koymadığından, lakin su içse yaradığından bahseder dururmuş.

Kocası merak etmiş bu durumu. Bir gün sabah işe gider gibi yapıp, mutfakta saklanmış. Kadıncağız kocasının gittiğine kanaat getirince koca bir kaşık tereyağını tavaya boca etmiş. Kavurma küpünden, kavurmaları çıkarıp ısıtmış, üstüne de beş yumurta kırmış. Saklandığı yerden gözleri fal taşı gibi açılan koca, durumu izliyormuş.

Ekmek almak için dışarı çıkan kadının ardından, saklandığı yerden çıkıp, tavaya bir beş yumurta da o kırmış.

Biraz sonra elinde kocaman bir somunla geri dönen kadıncağız, durumdan habersiz tavanın başına oturmuş. Ekmeğini bandıra bandıra, yemiş bitirememiş. En sonunda yorgunlukla elleri yanına düşüp kendi kendine söylenmiş.

Allah Allah, ben bunu şimdiye kadar bitirirdim, ama bana noldu ki böyle. Acaba hasta mıyım, hasta mı olacağım?

Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre, kalp ve damar hastalıkları ile kanser insan ölüm oranlarında giderek artan bir etkiye sahip. Ve gelişmiş ülke insanlarının başına bela olan bezikte, artık gelişmekte olan ülke insanlarını da tehdit eder vaziyette. İşte bu gelişmelere sebep olan en büyük etken, yanlış beslenme ve belki de daha doğrusu aşırı beslenme.

Acaba neden?

Her canlı gibi insanın da hayatını sürdürebilmesi için temel ihtiyaçları var. Ve bu ihtiyaçlarının farkına dürtüleriyle varıyor. Ve farkına vardığı veya varmadığı birçok davranış aslında bu ihtiyaçları gidermeye yönelik. Bedenin beslenmeye ihtiyacı olduğu zaman acıkması, suya ihtiyacı olduğu zaman susaması gibi. İnsan vücudu öyle bir tasarlanmış ki bu ihtiyaçları giderirken aynı zaman da duyu organlarıyla haz da alıyor. İhtiyaç bitince, duyduğu haz da devreden çıkıyor. Karnı doyduktan sonra en sevdiği yiyecek bile haz vermediği gibi zorlanırsa bir eziyete dönüşebiliyor.

İnsanın ihtiyaçlarını gösteren Maslow Piramidine göre fiziksel ihtiyaçlarımız piramidin en alt basamağında iken sevgi, saygı, ait olma, güvenlik, kendini gerçekleştirme gibi duygusal ihtiyaçlar piramidin daha üst basamaklarında yer alıyor.

İnsanda ev evvel devreye giren dürtü açlık ve insanın en çok haz aldığı en ilkel haz mekanizması da yemek yemek. Dünyaya yeni gelen bir bebeği gözünüzün önüne getirin, ilk yaptığı şey emme refleksi. O miniğin yanağına dokunduğunuz anda, minicik dudaklı ağzıyla emmek için aranmaya başlamıyor mu? Hatta hemşire bir arkadaşım çok enteresan bir şey anlatmıştı. Avrupa da yeni doğan bir bebeği, göbek kordonunu kesmeden annesinin karnı üzerine bırakıyorlar. Ve dışardan hiçbir yardım olmadan, o minicik varlık yukarı tırmanıyor ve annesini emmeye başlıyor.

Ve aslında biyolojik ihtiyaç karşılamak için var olan mekanizmalar, fabrika ayarları bozulmadığı müddetçe en doğal ve en doğru yol gösterici olarak, ihtiyaç anında devreye giriyor ve ihtiyaç karşılandığı anda devreden çıkıyor. En sevdiğiniz yemeği bile doyduktan sonra yiyememeniz gibi.

Peki, nasıl bozuyoruz ve bozulunca ne oluyor?

Dünyayı tanımaya çalışan bebek, en erken tanıdığı ve en ilkel haz mekanizması olan tat alma duygusu ile eline geçirdiği her şeyi ağzına götürerek tanımaya ve tanımlamaya çalışıyor. Zaman geçtikçe diğer duyularının da farkına varıyor ama tat alma ömür boyu en baskın olmaya devam ediyor.

Lakin bizler bir bebeğin, eline geçen her şeyi tanımlamak için ağzına götürmesi gibi, duygusal ihtiyaçlarımızı da, biyolojik mekanizmamız ile gidermeye çalışınca, fabrika ayarlarını bozuyoruz ve sonrası…

Yaşasın yemek yemek!

Kızdın mı? Bir kurabiye at ağzına!

Çok mu sevindin?  Bir dilim pasta ile kutla!

Terk mi edildin? Al eline dondurma kâsesini!

Hayal kırıklığına mı uğradın?  Buzdolabının karşısında geç, artık Allah ne verdiyse

Ve artık, yemek yeme biyolojik bir ihtiyaç karşılama olmaktan çıkıyor, baş ağrısına, diş ağrısına, can sıkıntısına her derde deva aspirine dönüşüyor.

Yalnız, duygusal ihtiyaçlar için sarıldığımız yiyeceklere bakınca, en fazla haz veren ve aynı zamanda, kalitesiz kalori içeren gıdalar olduğunu görüyoruz.

Canı sıkılınca yumurta yiyen, depresyonda salatalık kemiren, hak ettiği terfii alamamanın, hayal kırıklığını kabak musakka ile gidermeye çalışan gördünüz mü, Allah aşkına?

Ne yiyoruz pekiyi?  

Çikolata, kek, börek, pasta, dondurma, cips vs. vs. yani kalori bombaları

Aslında sittin sene yemesek te beslenmemizde bir eksikliğe yol açmayan gıdalar.

Eh bu zavallı gıdalar da, vücuda kabul buyrulmak için ne yapıyor? Rüşvet! Yani daha fazla haz veriyor ve biz, bir süre sonra o hazzın bağımlısı oluyoruz.

Davetli olmadığı bir organizasyona girebilmek için, kapıcının cebine bahşiş kıstıran, sonradan görme bir zengin gibi ağzımıza bir parmak bal çalıyor. Eh, o rüşvete alışan kapıcı beden de en çok rüşvet vereni ,”gelen ağam, giden paşam” içeri alıyor

Sonrasında gelsin kalp ve damar hastalıkları ve dünyanın başına bela olan obezite.

Biyolojik olarak ihtiyacımız olmayan birçok gıda, olmazsa olmazımız haline geliyor ve verdiği hazdan kat kat fazlasını, zarar olarak geri iade ediyor.

Yani aslında su içsek yaramıyor, ahlakını bozup rüşvete alıştırdığımız kapıcı, en yüksek veren herkesi, içeri aldığı için, istiap haddini dolduran vücudumuz alarm veriyor.

Ne yapacağız peki?

Otokontrol mekanizmamızı devreye sokacağız. Her önümüze geleni, her canımızın istediğini,  canımız istediği zaman yemeyeceğiz.

Yani sözün özü şu boğazımızı tutmayı öğreneceğiz!

 











25 Haziran 2017 Pazar

YENİ MASALCI NİNEMİZ




“Televizyon ailenin anahtar üyesi.Bu üye zamanın çoğunda, öyküler anlatır.” 
George Gerbner                                          
                                                

“Televizyon ailenin anahtar üyesi. Bu üye zamanın çoğunda öyküler anlatır.” 

George Gerbner                                                                                                          

Artık yeni bir ninemiz var, salonun başköşesinde oturup, bize masallar anlatan. Görmediğimiz diyarlardan, bilmediğimiz yaşamlardan haberdar eden.

Onun anlattığı her şey doğru, her şey kabul edilesi. İstersek dilersek hemen başka masallara da geçer bizim için. Gayet de modern, çekici, albenili. Sözü sihirli, sözü kanun.

Eski ninelerimiz gibi, köşede basma entarisiyle oturup, patik örmüyor, sıkıcı öğütler vermiyor. Her daim genç, taze, neşeli, canlı, kıpır kıpır.

Evet, artık ninelerimiz eskisi gibi masallar, öyküler anlatmıyor, başımızı okşayıp, alnımızdan öpmüyor. Hoş gerçi masal bilen ninelerin, dedelerin nesli de tükendi galiba. Onun yerini televizyonlar aldı çoktan.

İnternet gençler arasında hızla yaygınlaşsa da, televizyon halkımızın hayatındaki birincil yerini hala koruyor. Ve hem ailemizin, hem de toplumumuzun en etkili üyesi.

Toplumsal değişim ve dönüşümlerle hayat tarzlarımız hızla değişti ve değişmeye de devam ediyor. Ama sosyal ve psikolojik ihtiyaçlarımız halen aynı, yalnızca bu ihtiyaçlarımızı karşıladığımız mecralar değişti. Toplumun bir parçası olma, kendini takdir etme, heyecan ve eğitim gibi ihtiyaçlarımızı televizyon vasıtasıyla gidermeye çalışıyoruz artık.

Dizilerden bahsetmem boşuna değildi aslında. Benim için deneysel bir süreçti. Birazcık ta eğlendim. Dalga geçtim. Hem kendimle, hem izlediklerimle. Âmâ artık ciddi konuşmanın zamanı.

Evet, televizyon programları arz talep ilişkisinin bir neticesi. Alıcı varsa satıcı da vardır. Yani reytingi kim kaparsa reklamları da o alıyor. Reyting almak içinde program yapımcıları çeşit, çeşit programlar yapıyor, yöntemler deniyorlar. Âmâ aslında hepsinde insanın sosyal ve psikolojik ihtiyaçlarına göndermeler yapıyor ve dolayısıyla psikolojik doyum sağlıyor. Ve aslına bakarsanız farklı gibi görünse de verilen mesajlar genelde aynı. Ve mesaj bombardımanı o kadar yoğunki kaçmak mümkün değil. Dizilerde, yarışmalarda, reality showlarda, gündüz kuşaklarında, reklamlarda aynı mesajları farklı, farklı kılıklarda sürekli tekrarlıyor. Sürekli tekrarlanması da etkisini artırıyor.

Yok bunlar Küresel  Emperyalist güçlerin oyunu ,kahrolası Kapitalist sistem falan diyecek değilim.İnsanların zaaf noktalarına seslenerek malını satmak isteyen uyanık bir satıcı sadece televizyon.Zaten sizin talep ettiğinizi, ambalajlayıp ,abartıp daha fazla bir fiyata satıyor

Bize ne vaat ediliyor programlarda reklamlarda.Mutlukla yüzleri ışıldayan her daim mutlu her daim zengin her daim başarılı insanlar.Sanal bir masal alemi var ekranlarımızda .Kötü ,fakir,çirkin vs yok mu.Elbette ki var ama ,bunlar mutluluk başarı ve zenginliğin etkisini artırmak için konulmuş yan unsurlar.Bir hedef konuluyor ve o hedefe ulaştıracak her yol meşru görülüyor.

Şimdi tv programlarında dizilerde verilen ana mesaj ne?”Zengin ve güçlü ol “. Mutluluk, kendini değerli hissetme ,kendini gerçekleştirme ,kabul edilme,onaylanma,saygı görme ,sevilme  gibi diğer mesajlar yardımcı unsur.Yani diyor ki.Zengin ve güçlü olursan bu diğerlerinin hepsi de gerçekleşir.

İşte en tehlikeli mesaj ! Bunlara ulaşmak için her yol mübah.Zaten zengin ve güçlü olursan sonra her hatanı örter yada telafi edersin.Yol ve yöntemler arasında, çalışmak ,alın teri dökmek,vefa sadakat, fedakarlık,her ne olursa olsun doğru ve dürüst olma gibi şeyler yok.Ama yalan ,hile ,aldatma ,üçkağıt,köşe dönmecilik.acımasızlık,zalimlik ve her türlü kötülük var.İyiliğin anlatıldığı dizileri reyting almıyor.Popüler olan ,öykünülen,rol model olanlar kötü karakterler.Ya da kötü şeyler, güzel ve yakışıklı karakterlerle estetize edilerek kabul edilir hale getiriliyor.

Uzmanlar “kötülük her zaman vardı ,ama hiç bu kadar dominant olup bir değer haline gelmemişti.Kötülük hem çoğaldı hem de daha görünür oldu “diyor.Peki bunda televizyonun etkisi ne kadardır dersiniz ?

.Bir zamanlar çok tekrarlanan bir klişe  vardı.”Canım kumanda elinde.Ne şikayet ediyorsun.Beğenmezsen seyretmezsin. ”Evet televizyonu bilinçli izleyen insan, zaten bunu yapacaktır ama peki ya diğerleri? Bunun farkında olmayan televizyon karşısında savunmasız bir halde  her mesaja açık bir şekilde oturan çoğunluk!!

 İzlediğimiz sürede Kendi gerçekliğimizden kopup o sanal alemde yaşıyoruz.Karakterlerle  kızıyor, üzülüyor ,aşık oluyor , onunla kendimizi özdeşleştiriyoruz. Arzularımızı ,isteklerimizi ,hırslarımızı o karakter üzerinden tatmin ediyor,belki kendimizin bile bilmediği, bilinçaltımızdaki o” kötü beni” su yüzüne çıkarıyoruz.Kabul edilir onaylanır ve görünür  hale getiriyoruz.Toplumdaki patalojik haller, o karakterler üzerinden legalize ediliyor.Hatta idealize ediliyor.Herkes, daha kötüyü görerek kendi yaptığının ,aslında çok ta masum kaldığını  telkin ediyor kendine.Kurgu hayatların üzerinden gerçek hayatlar yeniden kurgulanıyor, dönüştürülüyor.Mafya dizilerinin ilk çıktığı günleri  hatırlayın .Senelerdir nasılda ilmek, ilmek örüldü.Şiddet “Değer” haline getirildi  ve sokaklarda racon kesen  bir sürü Memati’miz  Polat’ımız oldu.

 

Aslında verilen mesajın doğru olmadığını biliyoruz.Önce farklı geldiği ve zaaflarımızı okşadığı için, merakımızı çekiyor anlatılan.Onaylamadan, merak duygusuyla izliyoruz bir süre .Sonra etkileniyoruz cazip geliyor.Ama sahip olduğumu değerlerle çatıştığı için eleştiriyoruz,küçümsüyoruz,reddediyoruz.Bu dönem bir uyum süreci.İnsanın bu içsel çatışmayla devam etmesi mümkün değil.O zaman ,ya vazgeçeceğiz uzaklaşacağız ,yada yeni değerler edineceğiz.

Ve müjde !! toplum olarak ta yepyeni değerlerimiz oldu !! ve sonrasında onaylıyoruz. En son noktada da  olması gerekenin o olduğunu zannediyoruz.

“N e yapalım zaman bunu gerektiriyor””.Artık şartlar değişti””,E canım bir tek ben ne yapabilirim ki “,Ama herkes böyle “.. aslında kendimizi kandırmak için uydurduğumuz argümanlar.

Döngü ; eleştiri ile başlıyor =>asla olmaz => eh belki olur  => neden olmasın => tabi ki olur => olması gereken budur  ;  şeklinde devam edip gidiyor .

                Bakın şikayet ettiğimiz, yada eksikliğini hissettiğimiz ne çok şey var ve bizi biz yapan, ne çok değerimizi kaybetmişiz.Kaybetmeye de devam ediyoruz.

“Sen çalış ben yiyeyim, Başkasının derdi , beni mi gerdi !” hayat mottomuz oldu.Ancak menfaatimize dokununca  şikayet ediyoruz.

İşte medya toplumun aynası.Hem etkiler ,hem de etkilenir.Toplum olarak, içlerinde en etkili ve yaygın ,kitle iletişim aracı olan televizyonla ,elbirliğiyle inşa ettik bugünü.Tuğla tuğla ördük ve şimdi de memnun değiliz ortaya çıkan ucubeden.Evet, aslında bir çok bileşeni olan bu ucubede, tek sorumlu televizyon değil, lakin aslan payı onda.Yarını inşa edecek olan da yine biziz elbirliğiyle.Geçmişe dönemeyiz belki ,ama gelecek elimizde.







19 Haziran 2017 Pazartesi

ESAS KIZ SORUNSALI ÜZERİNE !!!


DİZİ 3

Evet dizilerden devam

Dizilerdeki önemli bir sorunsalımızda, esas kız olan, kadın başkarakterler.

Ya Allah aşkına neredeyse bütün esas kızlarımız, elinde kalpli yastık tutan, sevimli pelüş tavşancık kıvamında.

Aman da pek miniş, miniş, sevimli, safça, şaşkın, şirin sakarlıklar yapan, genelde alt veya orta alt sınıftan kızcağızlar. Üstelik saf ve temiz kalplilikte öyle bir level atlamışlar ki, yaptıkları hiçbir hilekârlık, alavere dalavere, zengin çocuğu kapıp, zengin aileye gelin olmak için yaptıkları, Bizans entrikaları vs. onların saf ve temiz kalplerine toz konduramıyor. Son teknoloji, kendi kendini temizleyen microfiber kumaş, ya da kir tutmayan lavabo gibi mübarekler. Sonunda aşk hepsini affediyor.

Birde ne hikmetse, genelde de tasarımcı, bu kızlarımız. Alt segment takı tasarlıyor biraz daha gelişmiş versiyonları bina, yani mimar. Bir resim defteri, iki kalem takımıyla bir oturuşta, iki üç çizgi ile harikulade olağanüstü tasarımlar yapıyorlar. Kimseciklerin aklına gelmeyen muhteşem fikirler, bu güzel kızlarımızın aklına geliyor. Zavallı, güzel sanatlarda,  mimarlık fakültelerinde bin bir zorlukla okuyan kızlarımız, kurumuş yaprak, çürümüş ayva resmi yapacağız, proje hazırlayacağız da hocalara beğendireceğiz diye dirsek çürütsün. Senaristlerimiz tasarımcılığın eğitim gerektirmediğini, ya da birkaç haftalık eğitimin yeterli olduğunu falan mı zannediyorlar acaba.

Bizim yedi senedir kent planlama ve tasarım okuyup, yüksek lisans yapan yeğen, artık dökülmeye başlayan saçlarını yoluyor.”Tasarımcılık bu kadar kolaydı da, biz niye proje hazırlayacağız, soyutlama yapacağız diye, günlük iki saat uyku ile haftalarca çalışıp, jüri karşısında ecel terleri döktük, yabancı kaynak taraması için İngilizce öğreneceğiz diye beynimiz yandı. Diyor.( yanlış anlaşılmasın, kendisi bahse konu olunan şirin kızlarımızdan değil diye, etrafa çamur atan, kıskanç bir kız değil o, bunları söyleyen bizim yeğen bir erkek)

Şöyle aralarında öğretmen, doktor, mühendis, genel müdür, avukat gibi mesleklere sahip, ayakları yere basan, başarılı, ama şık ve güzel, güçlü kadınlar var mı?

Evet, ara ara var, lakin bunlar genelde, güzleri gülmeyen, nemrut suratlı, hep kötülük düşünen, sevdiği adamı ya da nişanlısını, hemencecik bizim sevimli karakterimize terk etmeyip, onlar için mücadele eden kötücül kadınlar.

Annelerimiz öğüt verirdi “Aman kızım, oku da, kolunda altın bileziğin olsun. Kimselere muhtaç olma “diyerek. Ama artık diziler şunu mu diyor?” aman kızım öyle okuyacağım, çalışacağım, başarılı olacağım diye kendini kasma, sonra yüzü gülmeyen, nemrut suratlı bir kadın olur, üstüne de evde kalırsın. Bul bir zengin koca hayatın kurtulsun”

Ya tamam, farklı sosyal sınıflar arasındaki aşk, geçmişten beri, hem de tüm kültürlerde ilgi çekmiş, şiirlere romanlara konu olmuştur da, hiç bu kadar da suyu çıkartılmamıştı.”Tüm zenginler, emekçi kızlarla evlenecek “ diye bir yasa falan mı koydu birileri? Gerçi fena da olmaz hani. Gelir dağılımı adaletsizliğine, bir nebze de olsa çare olur belki.

 Bakın bide” ağalı” dizilerde ne keşfettim. Yanaşma olarak başlanan hayat yolculuğunda, kâhyalığa, sonrada ağalığa terfi edilebiliyormuş. Yani yeterince gayret gösterir, azimle beklersen eninde sonunda bir gün ağa olursun. Bu sosyal sınıflar arasındaki” yatay hareketlilik” mi oluyor “dikey hareketlilik” mi bilmiyorum ama ilham verici, motive edici bir durum doğrusu.

Zengin olup ta, eve çalışan birilerini almak, ateşten gömlek. Evin genç ve yakışıklı oğlanlarından birinin gönlünü çalamasa, evin yaşlı beyinin kalbini çalıyor bu güzel ve sevimli kızlarımız.

Hadi genç bir çalışan riskli diyelim ,”yaşlı başlı oturaklı hanımefendi bir çalışan alalım yanımıza” deseniz,  o zamanda bu hanımefendinin saf ve temiz kalpli kızları devreye giriyor. Hele birde “rızkımı veren Huda’dır kula minnet eylemem “ dercesine “yok efendim, ben kimselerden bir şeycikler kabul etmem, elimin emeğini yer aslanlar gibi çalışırım “ deyince bu müstağni kızcağızlara evin oğlu yâda beyi yağdırıyor da yağdırıyor. Ee bu kadar iyi niyetli hediyeleri geri çevirmek te olmaz şimdi” diyen temiz kalpli saf güzelimiz( istemem yan cebime koy misali)  hediyeleri kabul etmek mecburiyetinde kalıyor.

                Yok, ben bunları söylüyorum diye, öyle fakir fukaraya tepeden bakan, asilzade bir aileye mensup, yurtdışılarında okumuş, kapitalist burjuva falan değilim. Gayet de normal bir Anadolu kızıyım.

Tamam, asker milletiz lakin bu tarihi ve militarist dizilerin bu kadar tutulmasının, ,hamasi duygularımızın bu kadar kabarmasının psikanalizini yapmak için yüksek lisans yetmez, doktorada yapmak lazım kanımca.

Galiba birde komedi dizleri var, ama bende , “tahtaya tırnakla çizerken, çıkan ses” etkisi yaptığı için izleyemedim.

                Diziler sezon finalini yaptı. Bende artık tövbe istiğfar ettim, yaz dizilerine başlamayacağım. İyi de şimdi ben ne yapayım? Kış olsa atkı, bere örer vakit geçiririm de bu sıcakta mümkün değil.

                Lütfen sesimi duyun. Allah rızası için bir iş!

 







AH AH ! BU ZENGİNLİK ZOR İŞ !!!


AH Bİ ZENGİN OLSAM

DİZİ DİZİ -2-

Anacım dizilerde herkescikler zengin. Fakir başlasanız bile fakir kalma şansınız yok. En fazla birkaç bölüm sonra muhakkak bir şekilde zengin oluyorsunuz

Peki, sizde, böyle dizilerdeki gibi, bir anda zengin olsanız, hayalinizde nasıl bir ev var. Şöyle şimdiye kadar varlığından haberdar olmadığınız, çok zengin bir amcanızdan miras kalsa. Ya da ne bileyim, dizilerdeki gibi çeşitli şekillerde, bir anda zengin olsanız nasıl bir ev almak istersiniz

Benim hayalim salonu boydan boya cam olan, okyanus ya da boğaz manzaralı, kocaman geniş terasları, mermer banyoları, masif mutfak dolapları falan olan minimalist bir evham bir de her daim vazolarda taze çiçek olanından.

Daha çok Amerikan filmlerinde, ya da dizilerinde olan türden. Ülkemizdeki evlerin suyu çıkmadı elbette ama hayal etmek parayla değil ya olunca en iyisi olsun.

Da yalnız takıldığım bir konu var bu evlerin temizliği. Onca camı silmek için, inşaat iskelesi gibi iskele kurmak lazım. Terasları yıkamak için kaç metrelik hortum lazım da, onu takacak çeşme falan da görmüyorum. Viledayla mı siliyorlar acaba? Bir de eve vileda tutsan,  saatlerce sadece yer silmesi sürer. Ya o banyo küvetlerini ovması, zaten kol dayanmazda, bi de kaç şişe cif gidecek.

Kuzen gülüyor “teyzem senin hayallerin fakir” diye .”Öyle bir evin olsa, işleri sen mi yapacaksın ?” diyor.

Valla ben yapmam ama yardımcıya yardım edeyim derken yarısını yapacağım kesin. Birileri yanımda çalışırken ben oturamam. Alışverişe gittiğim mağazada tişört katlamış lığım, lokantada masa toplamış lığım var. O zaman da, ne zaman pencere önünde oturup ta, okyanusa karşı kitap okuyup, keyif çatacaksın.

Valla zenginlik zor. Çeşit, çeşit derdi var.

Yani bizde, bizim zengin dizilerinden biliyoruz.

Sabahları mükellef kahvaltı sofrasında toplanan aile bireyleri, ne zaman öyle Grand tuvalet hazırlanıp, saçlarını, makyajlarını ne ara yapıyorlar bilmem. Tabi o sofralara, saçları kelebek tokayla tutturup, dizleri çıkmış pijama, yanları sarkmış günlük tişörtle oturacak halleri yok. Evde misafir olmasa bile, bir sürü çalışan var sonuçta. Üniforma giymemiş asker gibi, otoriteleri sarsılır. Garipler kesin evin çalışanlarından önce hazırlanmaya başlıyorlardır.

Birde ayakta birkaç lokma alıp,  yarım bardak da meyve suyu içip sofradan kalkmıyorlar mı, ağızlarına terlikle vurasım geliyor. O caanım kahvaltılıklar olduğu gibi kalıyor.

Ee ne yapacaksın kalan o kadar kahvaltılıkları? İsraf! İsraf! Dünyada bu kadar açlıktan ölen var. Hadi peyniri zeytini saklama kaplarına koyarsın da, o dilimlenen domates, salatalıkları, meyveleri haşlanmış yumurtaları ne yapacaksın.

E tabi haklılar gerçi. Onca şeyi yeseler ne hale gelirler.

Zamanın da sıkı solcu olup, gelir dağılımı adaletsizliğini protesto ederken, eylemlerde cop yiyip, yerde sürüklenen arkadaşım, hasbelkader zengin bir beyefendiyle evlenince zenginlerin yaşadığı zorlukların bazılarına,  bizzat şahit oldum.

“Tam zamanlı zengin eşliği” kariyerini çarçabuk benimseyen bizim kız, her gittiğimizde, yardımcısının donattığı masalarda bizi karşılarken, o gariban, grisini kemirip kivi ile yetiniyordu. Tabi kolay değil önünde onca lezzetli şey dururken, lokanta camından bakan fukara gibi bakmak. Birde her gün en az iki saat ya yüzme ya plates, ya da yoga

“Canım sende ağır işçi gibisin, karın tokluğuna bile değil, aç karnınla onca çalışıyorsun. Enişte bari sigortanı yapıyor mu? Diye takılmalarımıza, o güzel mavi gözlerini kocaman açarak cevap veriyordu.

-Ay şekerim ya kilo alırsam naparım. Biliyor musun en zor estetik göbek estetiği. Karnını böyle kocaman kesip, öyle yapıyorlar o estetik ameliyatını diye safça anlatıyordu.

İşte o saat zenginlikten ürktüm. Aman aman dağlara taşlara!

Yok, yok istemem öyle zengin amcadan kalan mirası falan. Azıcık aşım kaygısız başım.

Bu arada ailemin soy ağacını iyice araştırdım, öyle kıyıda köşede kalan, irtibatımızın olmadığı akrabamız yokmuş. Piyango bileti de almıyorum. Diğer zengin olma şekilleri de bana uymaz. O zaman kaygılanmamı gerektiren bir durum da yok.

 

 








11 Haziran 2017 Pazar

HAYAT ZATEN BİR SINAV




SINAV SINAV SINAV

Meşhur hikâyedir.

ODTÜ Fizik bölümü öğrencisi bir derste takılır. Defalarca girdiği sınavlar telafiler vs işe yaramaz dersi bir türlü veremez. Ve artık son hakkı kalır ya geçecek ya da okuldan atılacak. Ve son sınav gelir çatar, gencimiz günlerdir yemeden içmeden çalışarak sabahlamıştır.

Sınav kâğıtları dağıtılır. Genç ilk soruya bakar gözleri parlar

-Ben bu soruyu biliyorum der.

İkinci soruya bakar” Aaa ben bunu da biliyorum” der.

Üçüncü soruda sesi yükselir “bunu da biliyorum”.Son soruda gencin salonda çınlayan sesine tüm öğrenciler dönüp bakar.”Ben bunu da biliyorum”.

En sonunda ayağa kalkan genç,  kahkahalar atarak ”  ben onu da biliyorum, bunu da biliyorum. Onu da biliyorum, bunu da biliyorum “diye parmaklarını şıkırdatıp oynamaya başlar.

***

Bir üniversite sınavı daha geldi çattı.

Artık sadece öğrencilerin değil, tüm ebeveynlerin de hayatı sınav. Çocuklar nerdeyse anaokulunda üniversite sınavlarına hazırlanmaya başlıyor. Yabancı dil dersleri veren anaokulları bile var ve öncelikle tercih ediliyor. Ebeveynlerin ebeveynlik başarısı çocuklarının sınav başarılarıyla ölçülüyor.

Benim tüm bunlarda dikkatimi çeken farklı bir şey. Çocuklarımız sınavlara hazırlanıyor diye, aile içinde başka hiçbir sorumluluk verilmiyor.4. sınıftaki çocuğu için teneffüslerde kantin sırasına giren, bahçe de top çarpmasın diye bekleyen, ortaokula giden oğlunu daha hiç bakkala göndermemiş olan aileler korumacılıkta ileri giderek çocuklarının ellerini sıcak sudan soğuk suya sokmuyorlar.


Hollandalı işletmeci bir bey ile evli doktor arkadaşım üç erkek çocuk sahibi oldu. Yaz tatilinde annesinin evinde ziyarete gittiğim de bir şey çok dikkatimi çekti. Civciv gibi sapsarı başlı, tatlı mı tatlı üç delikanlı geldiler odaya Gençler çok tatlı bir lisanla ” hoş geldiniz “ dediler annelerinin biraz yönlendirmesiyle kırık bir Türkçeyle hal hatır sorup sonra da oyunlarının başına döndüler.

Bir süre sonra ikindi kahvaltısı için büyükanneleri balkonda küçük bir masa hazırladı delikanlılara ki delikanlıların en küçüğü henüz anasınıfında, en büyüğü ise dördüncü sınıfta idiler. Gençler tabaklarını bitirdiler, gelip büyükannelerine teşekkür ettikten sonra masaya döndüler. Ortanca delikanlı tabakları çatalla temizleyerek üst üste koydu, çöpleri çöp kutusuna attı. İkinci delikanlı tabakları sudan geçirip bulaşık makinesine yerleştirdi. En küçük afacan ise şarjlı süpürge ile yerleri süpürdü. Sandalyeleri iterek yerleştirdi sonra da oyunlarına döndüler.

Ben merakla onları izlerken anne ve büyükanne gayet normal bir tavırla sakin sakin oturuyordu.

Ki bu çocuklar Hollandaca (Felemenkçe)  ,Türkçe ve İngilizce yi yaşlarına göre çok iyi denebilecek seviyede biliyor, hafta sonları çeşitli spor ve sanat kurslarına gidiyor ayrıca da büyükanneleri onlara namaz surelerini ezberletiyordu. Anneleriyle konuştuğumuz zaman odalarının ve bir küçük kardeşlerinin, sorumluluğunun da onlarda olduğunu öğrendim hayretle ki annesi gayet normal bir şeyden bahseder gibi anlatıyordu.

Bizim çocuklarımızı düşündüm. Sınavlara hazırlanıyor diye yemekte, hazır masaya oturup, bir tabak üst üste koymadan kalkan, suyu, sütü, keki çalışma masası başına götürülen, eve gelen misafirin yüzüne bile bakmadan  “bir hoş geldin” demeden odasına geçen, yatağı annesi tarafından toplanan lise öğrencilerini.

Evet, eskiden biz su içerdik testiden demeyeceğim elbette. Ama daha önceleri çocuklar ev işlerinde anne babalarına yardım eder, kardeşlerinin bazı sorumluluklarını alarak, birçok şeyi ailede öğrenirlerdi. En azından bir aile sürdürebilmek için gerekli temel becerileri ailede kazanırdı. Bir genç kız hiç değilse, bir kek bir pilav yapmasını bilir, bir misafiri annesinin kaş göz işaretleriyle de olsa ağırlar, çayını kahvesini servis yapardı. Genç delikanlılar çivi çakmasını, perde takmasını, alışveriş yapmasını, aile bütçesini denkleştirmesini öğrenirdi. Evlendikten kısa bir süre sonrada, ortak bir zeminde buluşur, bir aile düzeni kurar, çocuk dünyaya getirip, geçinir giderlerdi.

Şimdi gençler aile kurmaktan, çocuk dünyaya getirmekten korkar oldular. Birçok mecrada lanse edildiği gibi aşk her şeyi halletmiyor. Bir aileyi sürdürebilmek için gerekli temel becerilerden yoksun çocuklar aile kuruyor, ama bilmedikleri bir ortama şaşkın ördek gibi düşüyor. Çok daha erken öğreneceği, deneyimleri kazanmaya çalışırken, birbirlerini kırıp döküyor, birbirlerinin aileleri ile geçinecek sosyal becerilere sahip olmadıkları içinde, sorunlar büyüdükçe büyüyor.

İki birey de aile evinde gördüğü prens prenses muamelesini karşısındakinden bekliyor. Öyle olunca da hayal ettiği rüya gibi bir evliliğin gerçekleşmemesiyle hayal kırıklığına uğruyorlar. Almadan vermeyi bilmeyen gençler, karşıdakinin ayaklarını yerden kesmesini beklerken, umduklarını bulamıyorlar.

Uzmanlar özellikle büyük şehirlerde evlerin otel gibi kullanıldığını, sosyal zenginliklerimizi kaybetmekte olduğumuzu, akrabalık komşuluk ilişkilerimizin zayıfladığını değil bittiğini söylüyor.

Özellikler Büyükşehirlerde, artık misafirler lokantalarda kafelerde ağırlanıyor, yatılı misafirleri için otel de yer ayrılıyor, akrabalar sosyal medyada selamlaşmayı yeterli görüyor, her ihtiyaç için hizmet sektöründen, uzmanlardan yardım alınıyor.

Ee ne var bunda? Elbette bir şey yok zaman değişiyor elbette. Yaşam tarzları güncelleniyor. İhtiyaçlar farklılaşıyor, vs. vs.

Büyük sistemler içinde sanal değerler üreten, ürettiğine eli değmeyen gençlerin gerçeklik algılarında kopukluklar meydana geliyor.

Koca şirketleri idare eden gençler aile idaresini başaramıyor, Onlarca kişiden oluşan ekiplere liderlik eden, birçok alanda uzman olan, teknolojik iletişim araçlarını su içme kolaylığında kullanan, bir değil iki üç yabancı dil bilen gençler, eşinin ailesi ile sağlıklı iletişim kuramıyor, ay sonunda bütçeyi denkleştiremiyor, eşinin beklentilerine cevap veremiyor, çocuk sahibi olmaktan korkuyor. Artık gençler biraz başları sıkışınca, boşanmayı çözüm olarak görüyor, çocuk yapma sorumluluğundan kaçıyor. Sorumluluksuz ama sorunlu ve mutsuz hayatlarıyla tek başlarına başa çıkmaya çalışıyor.

Acaba çocuklarımızı bu kadar sınav endeksli yetiştirmesek de, biraz da aile içinde sorumluluk mu versek?








3 Haziran 2017 Cumartesi

DİZİ İZLEME RACONU ÜZERİNE



DİZİ İZLEME RACONU

Yeğenimle beraber dizilere sardık bu aralar. İşsizlik başa bela. Tüm gün evde, para da yok ki gezmeye gidesin. Kültürel faaliyet de bir yere kadar. Artık akşamları iki işsiz çiğdem çitleyip yorum yaparak dizi izliyoruz. Gerçi yeğen yüksek lisan yapıyorum diye sık sık beni ekiyor, yok jürim vardı, sunum yapacaktım, proje hazırlayacaktım deyip yalnız bırakıyor ama artık idare ediyoruz. Annem bir iki bize takıldı ama yok, bizim yorum yapa yapa izlememizden sıkılıp ayrı odada ayrı dizilere takılmaya başladı.

                Öyle demeyin dizi izlemekte kolay değil sabır ve emek gerekiyor. Dizi günlerini saatlerini ve hangi kanalda oynadığını takip edeceksin, konuları karıştırmayacak, hangi oyuncunun hangi rolde oynadığını unutmayacaksın. O entrika sarmalını çözüp bir de aklında tutacaksın. Zor iş vesselam.

                Biz iki acemi dizi izleyicisi olarak başta epey zorlandık. Mesleki deformasyon galiba. Yeğen İstanbul’un dronla çekilmiş görüntülerine ver yansın ediyor, bizim medarı iftiharımız olan, dünyayı kıskandıran gökdelenlerimiz yok tarihi şehrin siluetini bozuyormuş! Yok, bağlantı yolları ormanları mahvetmiş miş! Yeşil alanlar gelişmiş ülkelerin ve dünya ortalamasının bilmem ne kadarı kadarıymış! Afet toplanma yerleri neredeymiş! vs vs. Ben de önce prodüksiyona, castinge, senaryolardaki boşluklara dekorlara vs. takıldım. Reklam çözümlemesi, dizi müzikleri derken diziden kopuyor, uzun, uzun bakışmalardan sıkılıp haber kanallarına geçiyor, sonra da orda takılıp kalarak konuyu kaçırıyordum ama neyse sonunda bizde racona alıştık. Artık sadece ananemden gördüğümüz, kızım o oğlana bu yapılır? mı ya da bak annesi oymuş benim dediğim çıktı gibi repliklerle izleyebiliyoruz.

                Dizilerde epey dikkatimi çeken şey var

                Öncelikle Artık Anadolu’da bile ev ev üstüne olmaz diyerekten kayınvalide yanına kız verilmezken neden bu zenginler torun torba gelin kayınvalide hep beraber aynı evde oturuyor merakımızı celp etti, ama birkaç öngörümüz var bu hususta.

                Efendim falancaların malikânesi filancaların yalısı feşmekancaların konağı falan öncelikle pek bi havalı duruyor. Herkese bir malikâne konak yalı olsa falancaların değil sadece falanın olur ki bu daha sönük kalır. Toramanların Malikânesi nere toramanın evi nere.

                Sonra birde masraf meselesi var. Oturduk hesap ettik nerden baksan böyle bir evde bir aşçı, bir orta hizmetçisi, bir kat temizliklerine bakan hizmetçi, bir şoför, bir bahçıvan beş çalışan istihdam etmek lazım. Bunlar en azından asgari ücret versen kişi başı 2000 liraya gelir, tabi sigorta yaptırmak lazım. Ki toplamda 10 000 lira sadece ev çalışanlarına veriliyor. Böyle bir durumda tüm aileyi aynı eve toplamak en mantıklısı. Yoksa her konakta, malikânede, yalıda ortalama üç aile olduğu hesap edilirse aylık 30 000 lira masraf çıkar.

                Tabi herkese bir havuz bir tenis kortu, bir deniz manzarası vs. olmasındansa sitelerdeki gibi ortak sosyal alan hesabı hepsinin faydalanacağı ortak mekânlar en makulü.

                İstanbul’daki trafik yol uzunluğu gibi problemler beraber oturmak için zorlayıcı bir etken. Öyle ye o kadar entrika Bizans oyunu kavga gürültü için insanların bir arada olması gerekli. O mesafeleri her gün aşıp o trafikte oradan oraya koşması mesele. Öyle olunca da erkekleri holdingde, kadınları yalı ya da konakta toplamak en güzeli.

                Dizi karakterlerine bir DNA testi yapılıp kim kimin kızı kim kimin anası yâda babası soy ağacı oluşturulmalı. Sonra fazıl gibi o onun nesiydi diye bulmaya çalışmaktan telef oluyoruz.

                Koskoca 15 milyonluk İstanbul’da bu nasıl bir yokluktur ki tüm aşk hikâyeleri 10 15 kişi arasında dönüyor. Sırayla herkes birbirine âşık oluyor. Orada da sanırım bir tasarruf düşüncesi söz konusu. Öyle ya burada iki kız kardeş orda da iki erkek kardeş var mesela. Bunların her birerini bir kişiyle eşleştirip âşık etmeye kalksanız dört ayrı aile girecek işin içine Oda masraflı iş bunca oyuncuya para verse yapımcı ne kazanacak. İki kardeşi diğer iki kardeşe birinin babasını diğerinin annesine, diğerinin annesini birinin babasına âşık edersin hem entrika olur hem de sürümden kazanırsın.

Her neyse bu hamur çok su götürür ara, ara izlenimlerimi paylaşırım. Zira sırada yaz dizileri var.

                Ha hala evlendirme programları, kayıp bulma programı gibi reality shovları izlemiyorum, izleyemiyorum. Aman dağlara taşlara onları da kınamayayım da başıma gelmesin.