23 Eylül 2020 Çarşamba

KENDİ “DIY”IMIZI KENDİMİZ YAPARDIK

Allah cezanızı vermesiiin?… Ne bu mutfağın hali böylee?…

Eyvah annem mutfağa girmiş. Hâlbuki suç delillerini itina ile kapatmıştık. Yerlere dökülen unları el süpürgesi ile kapının arkasına süpürmüş, masanın üzerindeki hamur bulaşığını, bulaşık süngeri ile iyice silip temizlemiştim.

Tüh…Un kavanozunun üstünde kalan, hamurlu el izlerini silmeyi unuttum galiba ya da kapının arkasına süpürdüğüm unları annem gördü. Ne yapayım, ne kadar uğraşsam da bir elimle süpürge tutarken, diğer elimle küreğe süprüntü doldurmayı beceremedim. Ben de kapının arkasına süpürüp, üstünü süpürge ile örterek gizlemiştim.

Elimizdeki suç aletlerimizle beraber, balkondan merdivenlere kaçarken, annemin yeni bir feryadı ile sıçradık.

Kııız… bu makasımı hanginiz aldı yerinden?

Hay Allah!  makası yerine koymayı unutmuşum. Bizim de kâğıt makasımız var ama Annemin Alman Markı  vererek satın aldığı, Solingen makas gibi değil ki. Küçücük makasla,” kırt kırt kırt “en az üç hareketle keseceğin mesafeyi, Solingen makas kıtııırrrtttt diye bir hamlede kesiyor.

Suçumuz da suç değil ki Allasen. Uçurtma yapıyoruz, komşunun kızıyla. Galiba eylemden çok, eylem süreç ve araçlarıydı, annemin gazabını çeken.

Eskiden, çook eskiden, Develerin tellallık,  pirelerin berberlik yaptığı zamanlarda, biz çocuklar da kendi oyuncaklarımızı kendimiz yapardık.

Evde kıyameti kopartan hadise de söyle gelişti efendim. Gazete kâğıtlarını aldık, kargı çıtaları bulduk, ince sicimi harçlıklarımızla satın aldık, uçurtma yapacağız. Tüm bunları birleştirmek için yapışkan lazım. Tüpte satılan UHU lardan almak pahalıya geleceği için, yapışkanımızı kendimiz yapıyoruz. Un ve su ile kardığımız hamur yapışkan.

Annemin komşu ile balkonda lafladığı zamanda mutfağa girdik, un kavanozundan aldığımız una biraz su katarak macun yaptık ama koyu oldu. Biraz daha su ilave edince ise iyice cıvıklaştı. Hamurlu ellerle un almaya çalışırken ise birazcık(!) un döküldü birazcık(!) ta kavanozda hamurlu el izlerimiz kaldı.

Hâlbuki sırtımızdan ter akarak izlerimizi kapatmıştık, amma anne feraseti, gözlerinden hiçbir şey kaçar mı? Suç izlerinden yakalandık.

Oturduğumuz mahalle dağın hemen yamacında. Dağın eteklerinde geniş düzlükler ve mahalle aralarında ki büyük ve boş arsalar uçurtma için oldukça uygun alanlardı. Rengârenk uçurtma yapmak için, defterlerimizi kapladığımız, parlak jelatin kâğıtlar vardı elbette,  ama bu masrafı yapabilmek için ustalaşmak, bunun için de birkaç ön çalışma yapmak gerekirdi. Böyle olunca da önce gazete kâğıtları ve hamur yapıştırıcı ile denemeler yaparak, kuyruk uzunluğunu, uçurtma ipinin ölçeklendirmesini, kargı çubuklarının genişliğini ve uzunluğunu, bağlantı yerlerinin sağlamlığını ayarlamak için ipin kaç kere sarılması gerektiği gibi ayrıntıları, bu denemeler yoluyla öğrenirdik. Tabi usta bir çocuktan uçurtma satın almak ya da büyüklere yaptırmak gibi alternatifler olsa da, büyükler uğraşmaya yanaşmaz, satan çocuk ise kaç haftalık harçlığımıza mal olacak bir fiyat isterdi. Bir de “ben yaptım” demenin havası başka tabi.

Kargı, yakında ki, yazları suları iyice kuruyan  dere yatağının kenarlarında, bolca bulunan sazlardan yapılırdı. Kopartıldıktan sonra iyice kuruyan sazlar, dikkatle ikiye bölünür, aynı boyda kesilir üç veya dört kargı, ortalarından iple sıkıca sararak birleştirilip, altıgen veya sekizgen bir çerçeve oluşturulurdu. Bu çerçevenin aralarına ip gerilir, yere yayılan gazete üzerine yatırılıp, aynı ölçüde kesilen gazetenin kenarları, çerçeve iplerinin üzerinden katlanarak, yapıştırılırdı. Sazlar ne kadar çok kurursa o kadar hafif olur, gazete ne kadar gergin ve düzgün kaplanırsa hava akımına karşı o kadar sağlam durur ve yükseğe çıkardı.

Maalesef, onca uğraşıma rağmen, iyi bir uçurtma yapmayı beceremedim. Galiba erkek çocuklar, bu konuda bizden daha yetenekli oluyordu. Havalanan uçurtmalarının ipini, kız kardeşine, bazen kısa bir süre veren abisi olan, şanslı kızlardan olamayınca, biz de şeytan uçurtması dediğimiz, defter sayfalarından yapılan uçurtma ile idare etmek zorunda kalırdık.

O zamanlar, gazeteler, oyuncak yapımı için, çok fonksiyonel malzemelerden biriydi. Alt sokağın başında ki yayla çeşmesinin yalağında yüzdürmek için, gemi filosu bile yapabilirdin mesela. Sonra güneşten korunmak için şapka, komşunun ağacından topladığın erikleri koymak için kesekâğıdı ,ve hayal gücünün genişliğine göre daha bir sürü şey.

Erkek çocuklar, dağın yamacından başlayıp, aşağı caddeye kadar inen yokuşta sürmek için, tahta arabalar yapardı. Bilyeli rulman tekerlek takılan araba, yokuş aşağı inerken, gök gürültüsü gibi ses çıkarır, rüzgâr gibi, aşağı caddeye bir solukta inerdi. Çocukların becerilerine göre, direksiyon veya fren gibi mekanizmaları olan arabalar da vardı. Bir abimin olmamasına en hayıflandığım anlardan biri de, ağabeylerinin arkasında oturup, neşeli çığlıklar atarak kayan kız arkadaşlarımı, iç çekerek seyrettiğim o zamanlardı.

Soba telleri de, gazete kadar, fonksiyonel malzemelerden biriydi. Bükülerek, iki tekerlek şekli verilen tellere, başka bir tel parçası ile direksiyon yapılır, koşarak çember döndürür gibi tel araba sürülürdü. Daha maharetli olanlar, dört başı mamur araba, bisiklet bile yapardı. Hele de babanın malzeme çantasından, pense veya gagaburunu göstermeden alabilirsen, daha küçük ama daha kompleks oyuncaklarda yapabilmek mümkündü.

Tabi bu arabaları, kız ve erkek çocukları da yapabilirken, birbirimizin alanlarına girmediğimiz oyuncaklar da vardı.

Mesela, şimdi Barby evi dediğimiz evlerin benzerini, biz karton kutulardan yapardık. Dikkatle çizilip kesilen kutuya, açılır kapanır kapı pencere  yapar, pencereye kumaştan perde geçirir, içine karton ve kumaşlardan, renkli kâğıtlardan mobilya bile uydururduk. Hatta yaptığım bir evin içine, babamın da yardımı ile minik kırmızı bir gece lambası bile koymuştum. Odanın lambasını kapatınca evceğizimin pencerelerinden dışarı süzülen kırmız ışık, sevinçten el çırparak  havalar zıplamama sebep olmuştu.

Sonra, yine kızların yaptığı, şimdi hazırları olan, bebek giydirmece oyunumuz vardı. Kartondan yaptığımız bebeğe, yine kâğıtlara çizip boyadığımız, farklı kıyafet kombinasyonlarını dikkatle keser ,bir modacı ciddiyeti ile bebeklerimize giydirirdik. Oyuncak bebeklerimize, artık kumaşlardan giysi dikerek, terziliğe ilk adımlarını atan arkadaşlarımız bile olurdu. Yine, bebeklerimize tığ ve şişlerle kazaklar, elbiseler örmek, bizim hayal gücümüze ve el becerimize kalmış uğraşlardı.

Ayrıntısına girmeyeceğim, yağlı çamur dediğimiz killi çamurlardan yaptığımız, fincanından televizyonuna, tüm evin mobilyalarını yapabildiğimiz dekoratörlük denemelerimiz de mevcuttu tabi.

 Tüm bunlardan, daha fazla zevkli moda uğraşı ise, evcilik oynarken yaptığımız gelinliklerdi. Bu gelinlikleri yapmak el maharetinden ziyade, annelere görünmeden, malzeme temin edebilme mahareti gerektirirdi. Öncelikle dikdörtgen bir namaz örtüsü gerekirdi,  bu iş için. Normal, pamuklu tülbent, namaz örtüsünden olmaz ama. İpekli  veya şifon, iğne oyalı mevlit örtüsü olması lazım.

Allah aşkına, pamuklu kumaştan gelinlik gördünüz mü hiç?  Elbette ipek olmalı da, işte o mevlit örtülerini ele geçirmek, her yiğidin harcı değil. Gelin ve bebek mevlitleri için iğne oyasından yapılan o örtüler, anne çeyizlerinin en mutena ve pahalı parçalarıydı. Beyaz, pudra pembesi, bebek mavisi gibi renklerde olan bu mevlit örtülerini ele geçirebilirsek, beyazdan gelinlik, diğerlerinden nişan elbisesi yapardık. Yalnız” bir evcilik oyununda, aynı anda, hem nişanlık, hem gelinlik giyen kızlar olur mu?”  sorusuna cevabımız yoktu tabi de, böyle bir soru da aklımıza gelmezdi.

Fare gibi sessizce, çeyiz sandığından yürüttüğümüz, bu mevlit örtülerini, kol atından geçirerek pareo gibi boyun etrafından dolaştırır, ensemizde kocaman bir fiyonkla birleştirirdik.

Gelinlik tamaaam. Sıra da duvak var. Duvak için ise, o zamanlar, bahçeli evlerin kapısına gerilen tüller, en uygun malzeme. Bu da, en az, çeyiz sandığından mevlit örtüsü kaçırmak kadar zor bir eylem. Zaten bu tülü getiren, oyunda gelin olma hakkını, bileğinin hakkı ile kazanmış sayılırdı. Duvağa eklemek için, çiçek bulmak, işin en kolayı. Bir de gelin teli, genellikle düğünlerde, konuklara da verildiği için hepimizde olan bir aksesuar. Hele de yapma inci bir kolye bulursan tamamdır. En seçkin(!) en elit(!)  gelin olmak mümkün artık.

Evet, son kalan  tehlikeli bir malzeme teminini daha başarırsan, dört dörtlük bir gelin olmak mümkün artık. Topuklu bir ayakkabı ile beyaz bir çanta. Bunları alması biraz daha kolayda, dışarı çıkarken anneye yakalanırsan,  tüm bu hazırlıkların,  güme gitmesi ihtimali söz konusu. Zira, bunları arkana saklayarak çıkarmak, diğerlerine nispeten daha zor.

İşte, bunca elit(!) ve kibar(!)  gelinlik giyen, gelin kızlarımızın yanına yakışacak elitlikte damatlık uydurabilmek mümkün olmadığı için, bu düğünlerimiz hep damatsız olurdu. Kayınvalide görümce filan da olmaz, herkes nedime takılırdı.

Şimdi bakıyorum da o oyuncak üretme, el maharetini, hayal gücünü, yaşam becerisini geliştiren, detaylarla mutlu olmayı öğreten, ne kıymetli oyunlarmış.

 

13 Eylül 2020 Pazar

ÇOKOMEL TADINDA ÇOCUKLUK.

 

Bir kavanoz Çokomelin, beni bunca mutlu edeceğini ,nereden bilebilirdim ki?

Akşamüstü geç vakit bir markete girdim. Marketin kapanmasına tam 36 dakika kalmış. Nasıl da yorgunum. Market arabasına yaslanmış bir vaziyette, adeta ayaklarımı sürüyerek ilerliyorum. Alışveriş listemdeki ürünlere rastladıkça, bezgin hareketlerle alıp arabaya atıyorum.

Alacaklarım bitti kasaya yaklaşırken birden o ne!!!

Market rafları, mavi haleli bir ışıkla aydınlandı. Diğer tüm ürünler yavaşça kayboldu, raflar boşaldı sadece “O”  kaldı. Ayaklarımın altından zemin çekildi, etrafımda el ele vermiş Çokemeller dans etmeye başladı…

Yok ya, tabi ki de öyle olmadı.

Bir baktım, indirim rafında, mavi mavi gülümseyen bir kavanoz Çokomel.  Market ışıkları altında, mavi jelatinli ambalajı ile göz süzüyor.

İçimde ki çocuk, el çırparak zıplamaya başladı. Kıyamadım, bir kavanoz Çokomeli alışveriş arabasına attım, kasaya geldik. Kasadan geçtikten sonra, Çokomelleri kucakladı, eve kadar yüzünde kocaman bir gülümseme ile geldi.

Bu kocaman gülümsemenin sebebinin, çikolatanın verdiği sahte mutluluk olmadığından eminim. Zira dolapta, üç aydan beri bekleyen, ancak üçte biri yenilmiş çikolata paketi hala duruyor.

Evde, her an güzümün önünde olacak şekilde, masanın üzerine koydum, girip çıkıp seyrediyorum. Her seferinde yüzümde kocaman, aptalca bir gülümseme. Ve inanın,  üç gün boyunca bir tekini bile çıkarıp ta yemedim.

Peki, neydi içimdeki çocuğun ayaklarını yerden kesen, onu bunca mutlu eden şey?

Tabi ki çocukluk hatıraları…

O zamanlar böyle kavanoz dolusu Çokomel yoktu. Üçlü paketler halinde,  ya da tek tek satılırdı. Ve hala arada bir, denk geldikçe de alırdım. Şimdi böyle, bir kavanoz dolusu olunca, adeta bir düğmeye basılmış gibi, beni çocukluğuma ışınladı.

Galiba o zamanlar, gramajı biraz daha fazlaydı ya da bana daha büyük geliyordu. Şimdi küçülmüşler gibi hissediyorum.

Şimdi Çokomel yemenin raconu, ambalajını çıkarırken başlar. Yırtmadan çıkarmak önemli. Sonrasında, yavaş ve nazik hareketlerle tamamen çıkarılıp, düzeltmek gerekir. Bir sonraki aşama da ise iki kâğıdın arasına koyarak tırnakla düzeltme. En son ise, kâğıdın arasından çıkarıp, yine tırnakla kazıyarak ama yırtmadan son rötuşları verme safhasıdır.

Bu son safha en önemlisiydi. Ve bunun için en uygun zamanlar ise, hafta sonuna yaklaştığımız günler olurdu. Hafta başında mendil ve tırnak kontrolü olduğu için, dipten kesilmiş tırnaklarla düzeltmek mümkün olmadığından, hafta sonuna doğru, tırnakların uzamasını beklemek gerekirdi. Her an yırtma korkusu ile yavaş ve dikkatli hareketlerle işlem uygularken yüreğimiz ağzımızda adeta nefes almadan kazırdık. Ne kadar dikkatli olsan da muhakkak arada yırtılıp ziyan olan ambalajlarda olurdu.

O zamanlar daha lisanslı ürün gibi sınırlamalar olmadığı için, Çokomel ambalajının üzerinde çeşitli Walt Disney karakterlerini resimleri basılırdı. Bazı karakterler daha fazla çıkarken bazıları daha az bulunurdu.Bir de rengarenk ambalajları olurdu. Kırmızı,mavi, mor, sarı. Bunları gruplayarak, dikkatle defterlerin arasına yerleştirir, fazla olanları başka arkadaşlarımızla değiş tokuş ederdik.

Bir başka değerlendirme yolu ise resim çerçevesi yapmaktı. Dikkatle katlayıp, birbirinin arasında geçirerek yapılan bu işlem, ayrı bir el becerisi gerektirirdi. Renkleri sırayla dizerek, araya ambalajın parlak kısmını koyarak, farklı kombinasyonlar denerdik.

Ben bunlara dalarken, Entel Bacı oradan diyor ki, “tüm bunlar, kaçış sendromu. Hayatında başa çıkamadığın sorunlarından kaçarak, çocukluk anılarına sığınıyorsun. Çocukluğunu bu kadar sık hatırlaman, sorumluluksuz zamanlarına duyduğun özlemden kaynaklanıyor.

Entel Bacı böyle ukalaca söylenmeye başlayınca, diğer tüm bacılar ona dönüp” hadi kardeş, işine bak sen” diye ayar verdiler. Garibim o da “hıh” diye omuz silkip,sesini çıkarmadan okuduğu “Sevgili Arsız Ölüm” romanına döndü.

Şimdi diğer bacılarla oturmuş, Çokomel kavanozunu seyrederken, bir yandan da Entel Bacını söylediklerini düşünüyorum.

Gerçekten de, doğruluk payı var mıdır acaba?