23 Eylül 2018 Pazar

MİLLİ ÇÖP MESELESİ




Birkaç arkadaşla bir hafta sonu beraber geçirmeye karar verdik. Temiz havada tüm şehir parklara bahçelere dökülmüş. Piknik alanında ki amfi tiyatroya gittik baktık oyun var. Sevindik. Oyunun başlamasına daha vakit vardı. Ama biz içeri girdik uygun bir yere oturduk. Amfi tiyatro yavaş yavaş doluyor. Bir yandan muhabbet ederken bir yandan da yanımızda getirdiğimiz çiğdemleri çitlemeye başladık. Tabi kabuklarını elimizdeki poşete atıyorduk. Arkamızda da neşeli bir genç gurubu bir yandan yüksek sesle gülerek bir yandan konuşuyorlar. Tabi yazın tüm Ege şehirlerinde olduğu gibi ellerinde çiğdem var ama çekirdeklerini yere atıyorlar.

Böyle sevimli ve neşeli gençlerin kabukları yerlere atmasından rahatsız olduk. Ama ikaz etsek nasıl karşılanır onu da bilmiyoruz. Bir kaç kere ,(bir durak için bindiği otobüste, yorgun argın oturan gençlerin başında gözlerini dikip bakan emekliler gibi ) şöyle dönüp baktık ama gençler hiç oralı olmadı bile.

Kibarca ikaz edelim diyoruz ama napalım bilemedi k.En sonunda arkadaşın birinin önerisiyle yanımızda ki gazete sayfalarından birinden kocaman bir külah yaptık. Arkadaki gençlere uzatırken de “isterseniz çöpünüzü içine atabilirsiniz” dedik. Galiba müzik sesinden gençler tam olarak ne dediğimizi duyamadılar.

Sonra içlerinden biri, bir avuç çiğdem alıp bizim gazete külahına doldurdu. Biz bir yandan gülüyoruz ama bir yandan da mahcup olduk. Tabi çiğdem alışverişinden dolayı da biraz samimiyet oluştu. En sonunda elimizdeki gazozların olduğu poşeti boşaltıp gençlere yeniden uzattık, meramımızı anlattık. Bu sefer gençler de gülerek poşeti aldılar. Kabukları içine atmaya başladılar.

Tiyatro bitince çıkarken arkaya dönüp bir baktık ki ne görelim. Evet, gençler kabukların bir kısmını poşetin içine atmışlar ama poşet de yerde… Tüm tiyatroda yerlerde, oturaklarda gazoz şişeleri, bisküvi, çerez, cips ambalajları ve çiğdem kabukları…

Birkaç gün sonraki bir seminerin çay arasında arkadaşlara olayı anlattım. Gençlerden biri gülerek “ama ben de çiğdem istediğinizi zannederdim” deyince hep beraber yeniden güldük.

Ya maalesef ortak kullanım alanlarına atılan çöpler meselesi ciddi bir sorun.

Yakın bir zamanda Japon turistler Önce Kapadokya da sonra İzmir’ de çöp toplayarak bizi utandırdı.

Sonrasında sosyal medyada #milliçöpmeselesi etiketiyle güzel bir kampanya başlatıldı.15 Eylül Dünya Çöp Toplama Günü’nde insanlar çoluk çocuk sokaklarda çöp topladı. Evet, bu çöp sorununu tam olarak çözmez belki, ama farkındalık adına güzel bir kampanya oldu. Umarım bu duyarlılığı tüm seneye yaygınlaştırmayı başarabiliriz…



HAMİŞ: Çiğdem, çekirdek kabuğu üzerinde ayrıca durmak istiyorum. Organik çöp oldukları için tabiata metal ve plastik atık kadar zararının olmadığını düşünürdüm eskiden. Öğrendim ki kabuklardaki tuz toprağı tahrip ediyor, bitki dokusuna zarar veriyormuş. Özellikle yazın parklarda ciddi miktarlarda kabuk oluyor ve temizlenmesi de diğer çöplere nazaran daha zormuş.

10 Eylül 2018 Pazartesi

MEVZU VAR DEDİLER GELDİK !!!


SOSYAL MEDYA LİNÇLERİ

MEVZU VAR DEDİLER GELDİK

SOSYAL MEDYA LİNÇLERİ

Daha önce paylaştığım Rythm 0 deneyi, insanın içindeki ürkütücü karanlıkları göstermesi açısından modern insan için sarsıcı bir deneyim oldu. Bu deneyin onlarca benzerini günümüz sosyal medyasında yaşadığımızın pek de farkında değiliz gibi.

Ellerimizdeki akıllı telefonlar bize yepyeni bir yaşam alanı sundu. Bu sanal bir alan olsa da yavaş yavaş yaşamımızı dönüştürüyor. Artık sanal gerçeklikler normal hayatımızı kurgular oldu. Önce çok masumane başlayan akımlar bir müddet sonra hesaplanamaz boyutlara ulaşıp şirazeden çıkabiliyor…

Sosyal medya linçleri de bu meselelerden biri.

Sosyal medya, sosyal sorumluluklar için insanları örgütlemede oldukça kullanışlı bir işleve sahip. Kan arayan hastalar, kaybolan çocuklar, yardım gereken engelliler, sahiplendirilen hayvanlarla başladı süreç. Oldukça güzel çalışmalar yapıldı ve hala da yapılmaya devam ediyor.

Sosyal medyanın gücünü fark eden insanlar, bir süre sonra ağır çekim ilerleyen adalet sistemini etkileyerek daha çabuk sonuç alınabileceğini de gördü. Mesela şiddet ve tacize uğrayan mağdurlar için kendiliğinden gelişen destek mesajları sonucu zanlılar çabucak yakalandı, adli süreçler başlatıldı.

Son kertede ise adaleti kendi sağlamaya çalışan insanlar, çekip sosyal medyada yayınladıkları görüntülerle çok büyük kitlelerden destek buldular. İşte o noktadan sonra ip koptu.

 Bu konuyla ilgili onlarca örnek yaşadık. Erkek arkadaşlarını ayarttığı suçlamasıyla arkadaşlarını dövüp görüntüleri ibret olsun diye yayınladıklarını iddia eden kızlar. Kızını taciz ettiği iddiasıyla bir genci döven baba. Dilenciyi linç ettiren zabıta. Spor antrenörünü döven kebapçı. Kartopu oynarken cama geldiği için esnaf tarafından bıçaklanan gazeteci ve daha onlarca olay. İşte bu tarz olaylar sosyal medyada çokça konuşuldu, adaleti sağladığını söyleyen failler oldukça fazla destek buldu. Hatta kahraman ilan edildi.

Ama bunların ne gibi vahim sonuçlar oluşturabileceği yeterince konuşulmadı. En basitinden Taciz ile suçlandığı için bunalıma girip intihar eden gencin sonradan suçsuz olduğu anlaşıldı.

Teşhir edilen insanın suçlu olduğuna kim nasıl karar veriyor?  Olay bütünlüğünden kopuk birkaç görüntü ile insanları yargılamak, suçlu ilan etmek doğru mu? Adaleti tesis etme hakkını kim kime nasıl veriyor? Devletin yasal şiddet uygulama hakkı verdiği kolluk kuvvetleri bile hesap verirken bu insanlar nasıl hesap vermekten korkmadan hareket eder? Ne olursa olsun, nasıl şiddet meşru görülebilir ve de destek bulabilir?

Şiddet sadece fiziksel de değil. Bir de psikolojik linçler var sosyal medyada. Gün geçmiyor ki birileri topun ağzına konulup linç edilmesin. Bu bir gün ne söylediğini bilmeyen cahil bir ergen oluyor, Bir gün kahvede esnaf amcaların her gün konuştuklarını kameralar önünde tekrarlayan yaşlı bir amca. Bir gün yandaş (!) bir sanatçı oluyor bir gün muhalif (!) bir gazeteci. Normal şartlarda en fazla birkaç yüz takipçisi olan hesaplar bir anda milyonlarca görüntülenme rakamlarına ulaşıyor. En fazla 20 30 kişinin haberinin olacağı kişiler bir anda yüz binlerin meselesi oluyor.

Masumca, hatta safça diyebileceğimiz, okumak için yurtdışına gitmek isteyen kızcağıza ya da burs bulup okumaya çalışan öğrencilerin yardım taleplerine üşüşen yüzlerce insan, zavallı gençlere akıl verip ayar çekti, hatta aşağıladı hakaret etti. ”Tembele iş buyur sana akıl öğretsin” hesabı, akıl vermek bedava ama sorumluluk almak yürek ister tabi.

İnsanlar iştahla klavye başında birilerini linç ediyor. Kavga küfür kıyamet eksik olmuyor. İnsanlar şahsi meselelerini taraflar üzerinden görüyor. Normalde yanına bile yaklaşamayacağı popüler kültür figürlerini sosyal medyadan takip eden insanlar, bir gün öncesi göklere çıkardığını bir gün sonra kitlelerle beraber linç ediyor. Konunun uzmanı bilim insanlarına, düzgün yazabilme becerisinden bile mahrum insanlar ayar çekiyor. Onlarca yılını uzmanlaşmak için araştırma yapmaya hasretmiş uzmanlara, tek kitap okumamış insanlar, sosyal medyada rastladığı bilimsel makalelerle (!) akıl veriyor. Türkçe konuşamayan insanlar dünya siyasetinden analiz kasıyor, Bir tiwit öncesi ana bacı yapan insanlar ahlak dersi veriyor.

Her sabah uyanan bizler, ilk iş akıllı telefonlarımıza bakıyoruz” bu günün mevzusu nedir abi? Klavyelerimizi, akıllı telefonlarımızı alıp er meydanına koşalım “ diyerek

Noluyor? Nereye gidiyoruz Allah aşkına…


29 Ağustos 2018 Çarşamba

CUMBADAN RUMBAYA

YEŞİLÇAM FİLMİ TADINDA BİR ROMAN

YEŞİLÇAM PROTOTİPİ BİR ROMAN

Yeşilçam filmlerinde görmeye aşina olduğumuz ne kadar klişe, rol, replik, konu varsa hepsi bu romanda var. Yeşilçam’ın siyah beyaz filmleri kadar sıcak, bizden ve şirin.

Peyami Safa’nın geçim derdinden dolayı müstear isimle yazdığı romanlarından biri. Üstat tabiri caizse “ağır ağabeyliğine” halel getirecek hızlı üretim olan, daha piyasa işi romanlarında bu müstear ismi kullanmış ki bu romanlar bile onun kaleminin kuvvetini yeterince gösteriyor. Selma’nı Gölgesi – Cingöz Recai – Cumbadan Rumbaya “ gibi romanlarında müstear isim kullanan Peyami Safa “ nasılsınız ?”  diye soran arkadaşına” nasıl olalım, Server Bedii’den geçiniyoruz “ diye cevap verirmiş.

Romanın ismi iki farklı hayat tarzından geliyor. Cumba geleneksel ve fakir mahallelerdeki ahşap evlerin ikinci katındaki kapalı balkon benzeri bir yapı. Cemile’nin eski hayatını temsil ediyor. Rumba ise o dönemin sosyete salonlarında, balolarda popüler olan bir dans çeşidi. Cemile’nin Tahsin Bey vasıtasıyla geçiş yaptığı modern hayatı temsil ediyor. Bu iki hayat tarzı, iki farklı figür üzerinden sembolize edilmiş.

Konusuna gelecek olursak;  Karagümrük’te yaşayan Cemile oturduğu mahalleden nefret etmekte Beyoğlu’nda ki bir apartmanda rahat bir hayat düşlemektedir. Bu hayalini gerçekleştirmek içinse her şeyi yapmayı, hatta sigorta parasını almak ve bir apartmana taşınmak için oturdukları ahşap evi yakmayı bile göze almaktadır. Bu sıralarda ek gelir için kiraya verdikleri bölüğe taşınan kiracılarının, Edebiyat Fakültesinde okuyan genç oğlu Selim’e sevdalanır.

Selim’in babası borç yüzünden hapse düşünce onlara yardım etmenin çarelerini arar. Yakın zaman önce tanıştığı zengin ve yaşlı Kayserili tüccar Tahsin Bey’in yardım teklifini kabul eder. Yardımın karşılığında Tahsin Bey’in de bir isteği vardır. Beyoğlu’nda tutup, dayayıp döşediği apartmana Cemile’nin taşınmasını istemektedir. Cemile Selim ile babasına yardım edebilmek için teklifi kabul eder ama Tahsin Bey kesinlikle o dairede oturmayacak sadece gündüzleri gelip gidecektir. Ayrıca annesi Asiye ve dul ablası Şahende ile kucaktaki bebeği Altay hep beraber oturacaklardır.

Tahsin Bey de şartları kabul eder ve Cemile annesi ve ablasıyla beraber apartmana taşınır. Vee olaylar gelişir.

Cemile’nin doğup büyüdüğü mahalle hayatı orada yaşayan karakterler tam evlere şenlik. Hatta beraberce gittikleri bir baloya tüm mahallenin çabalarıyla hazırlanıp gitmeleri, orada yaşadıkları olaylar, altını kirleten Altay’ın bezlerini tüm davetlilerin ortasında değiştirmeleri, salıncak kurup uyutmaları öyle tatlı anlatılıyor ki kahkaha atmamak imkânsız. Kenar mahalle kavgaları, kadınların çene yarıştırıp kavga etmeleri çok canlı tasvir edilmiş.

Cemile’nin daha sonra katıldığı cemiyet hayatındaki yaşadıkları, umutları, hüsranları, hayal kırıklıkları ustaca kurgulanan olaylar eşliğinde anlatılıyor.

Yani roman tam bir Yeşilçam klasiği diyebilirim. Hatta kendime göre bir cast bile yaptım.

Cemile= Türkan Şoray; Karagümrük’lü Deli Cemile rolü, delişmen kenar mahalle kızlarını sultanı Türkan Şoray

Selim=Ediz Hun; Beyefendi, naif İstanbul delikanlılarının canlanmış hali olan Ediz Hun.

Tahsin Bey= Vahi Öz; Köylü kurnazı, zengin tüccar tiplemelerinin unutulmaz ismi Vahi Öz. İnanın kitabı okurken onun” Cemilem”  diyen çatallı sesi hep kulağımdaydı sanki.

Şahende= Ayşen Guruda; Evde kalmış kızların prensesi, güzeller güzeli Ayşen Guruda

Asiye = Mualla Sürer; Çilekeş ve saf anne rolünde Mualla Sürer. Onun mahalleden kanıkası, gözü açık, iş bitirici Hafize ise Mürüvvet Sim.

Kitap 400 küsur sayfa ama su gibi akıp gidiyor. Hele bu yaz sıcaklarında evde kapanıp kalanlar ya da çalışmak zorunda olanlar için harika bir refakatçi.

Kitabın TRT tarafından dizisinin yapıldığını da öğrendim. Bakalım bulabilirsem onu da izleyeceğim. Ayrıca castım ne kadar isabetli onu da merak ediyorum. J J J



6 Ağustos 2018 Pazartesi

TEK DOĞRU BİZ MİYİZ ? (Etkili iletişim )


İmtiyaz-ı sabit ü seyyarı müşkildir hayal

Zanneder keşti-nişinan sahil-i derya yürür

                                                               Koca Ragıp Paşa

Şair burada diyor ki; yerinde duranlarla hareket edenleri ayırmak her zaman kolay iş değildir. Zira gemi hareket edince, geminin içindekiler sahilin yürüdüğünü zanneder.

(Şiirle arası pek de parlak olmayan, hatta baştan sona bir şiir kitabı bile bitirememiş biri olarak bercestelere bayılırım. İki satırla o kadar çok şey anlatır ki… Lütfen şu iki satırı yüksek sesle okuyun ve kulağa gelen kendi sesinizin tınısını dinleyin.)

***

İletişimi en yalın haliyle anlatacak olursak; iki birim arasındaki, birbiriyle ilişkili mesaj alışverişidir diyebiliriz.

Şöyle bir şey; Gönderici (kaynak)è mesaj è kanal è  alıcı  è

                                                ç==== geri bildirim ç=======

İletişimde kaynaktan gelen mesajı alır, kodlar ve açarız. Yani yorumlarız. Her iletişimde yorumlama vardır. Kişiler yorumlarken kişisel özellikler, kültürel birikim ve inanç önemli rol oynar. İnsanlar mesajı olduğu gibi değil olmasını istediği gibi alırlar. Gördüğü gibi değil görmek istediği gibi kabul ederler. Tecrübe dediğimiz şey geçmiş deneyimlerimizden elde ettiğimiz mesajların kıyaslanmasıdır. Ve iletişimin önündeki büyük bir engele dönüşebilir, yeni bilgilere, yeni deneyimlere baştan duvar örebilir.

Kişi genellikle kendini yormayacak,ezberini bozmayacak iletileri almayı tercih eder.Bu da kişisel bir konfor dairesi sağlar.Yani aslında hepimizin kafasında bilgileri seçen, filtreleyen ve tasnif eden bir editör vardır.Aynı olayları birbirine taban tabana zıt bir şekilde yorumlayan kimseler bunu en net şekilde gösterir.

Kişisel dostluklarda da bunu görürüz. İnsanlar kendilerini yormayacak, kestirilebilir davranışlara sahip ve benzer özellikler taşıyan kişilerle dost olmayı tercih eder. Bu aslında konforlu görünürken insanın iletişim becerilerini zayıflatır. Kültürel zenginleşmeyi sekteye uğratır. İnsanın kendi benzerlerinden alacağı şeyler sınırlıdır ve sadece ezberlerini pekiştirmeye yarar.

Bilgi edinmekte de aynı durum geçerlidir. İnsanlar genellikle kendi inanç ve düşünce yapısına sahip kaynaklardan bilgi edinmeyi seçerken, düşünce konforundan ödün vermezler. Böylelikle de öğrenme, inceleme, kıyaslama zahmetine girmeden tek tarz beslenmeyi tercih ederler. Sonuçta da hazmedilmemiş depolanmış bir bilgi yığını elde edilir. Düşünülmüş değil ezberlenmiş bilgiler, fikir kılığında seslendirilir. Kof içi boş cümleler tekrar tekrar söylenmekten öteye geçemez.

İnsan kararının, düşüncesinin ve seçimlerinin doğru olduğunu onaylayacak iletileri tercih eder. Bu onda algıda seçicilik oluşturur.

Mesela bir araba almaya karar verdiniz, araştırdınız ve bütçenize göre bir araba aldınız. Ve mesele bitti değil mi? İşte algıda seçicilik ondan sonra başlar. Artık aldığınız araba markasını yollarda daha çok görürsünüz. Arabanın yaygın servis ağı, fiyat –performans seviyesi, yakıt tüketiminin benzer türlere göre tasarruflu olması, malzeme kalitesi vs. hakkındaki bilgiler daha çok kulağınıza gelmeye başlar. Reklamları daha fazla dikkatinizi çeker. Arkadaşlarınızla araba karşılaştırmalarına girersiniz. Zaten aldığınız bir araba hakkında bu kadar fazla zihinsel mesai yapmanızın sebebi, ne kadar doğru karar verdiğinizi onaylatma ve pekiştirme arzusundan kaynaklanır

 

Bercestemize dönecek olursak, Koca Ragıp Paşa diyor ki ;” etrafında gördüğün şeyler her zaman algıladığın gibi olmayabilir. Yanılıyor olabilirsin. Algılarına düşüncelerine güvenme. Elindeki verileri çeşitlendir”.

 

Hayatımızın her noktasında doğru karar vermek için kaynaklarımızı çeşitlendirmek gerekir. Ne kadar faklı kaynaklardan veri toplar ve analiz edersek o kadar doğru neticeler elde ederiz.

Farklı karakter yapısındaki, farklı dünya görüşündeki, farklı inanç sistemine sahip insanlarla kuracağımız dostluklar iletişim becerilerimizi geliştirecek, dünyamızı zenginleştirecek ve sorun çözme becerilerimizi arttıracaktır.

Benzer bilgi ve düşünceleri farklı şekillerde dile getiren on tane kanaldansa farklı şeyler söyleyen on tane kanaldan elde edeceğimiz bilgi, analitik düşünme kabiliyetimizi arttıracak, daha isabetli teşhis yapmamıza imkân sağlayacak, daha doğru kararlar almamızı kolaylaştıracaktır.

Hâsılı kelam, bizden farklı insanlarla da arkadaşlık edelim, bizden farklı fikirlere de kulak verelim. Salt hakikatin bizde olduğundan, mutlak ölçünün biz olduğundan o kadar da emin olmayalım.


21 Temmuz 2018 Cumartesi

“YAR1M”



  İKİ YARIM BİR TAM ETMEZ 


YÜKSEK YÜKSEK TEPELERE EV KURMASINLAR

Bu türkü ile kına gecelerinde oynamayan veya duygulanmayan azdır herhalde. Özellikle sözleri oldum olası içimde bir yerleri inceden sızlatır. Bu sözlerde ailesinden çok uzaklarda yaşamak zorunda kalmış bir kızın çaresizliği, özlemi, sitemi inceden bir duman gibi tüter. Aile bireylerini tek tek anarak yardım dilemesinde ki çaresizlik… Nasılda iç yakıcı.

Küçükken tatillerde gittiğimiz köyümüzde bu türkünün eşlik ettiği çok kına gecesine katıldım. O kına gecelerinde garipliği çok belli bazı gelinler için dağ köylerinde geldiği söylenirdi kulaklara fısıltıyla. Normal bir evlilik yapma şansı olmayan fakir veya engelli kimselere dağ köylerinden, fakirin de fakiri olarak gelen bu gelinler için, bir daha ailesinin yanına gidebilmek, onları görebilmek hayaldi. Zaten kadının değerinin belli olduğu köylerde bu gelinlerin çaresizliklerini ve garipliklerini bir düşünün. Koruyanı ve arkası olmayan yalnız, çaresiz, bir başına, garip bu kadıncıklar her hareketlerinde belli ederlerdi kendilerini.

Sonra bu evliliklerin benzerlerine başka yerlerde de şahit oldum. Buradaki evliliklerde tercih edilen çaresizler! , Doğu’daki fakir köylerden başlık parası ile alınan küçücük kızlardı.

Yarım böyle bir evliliği anlatan etkileyici bir film. Ege’de bir köyde üzüm bağları olan hali vakti yerinde bir aile zekâ engelli oğulları için, fakir bir köyden küçük yaşta bir gelin getirirler. Doğunun fakir ve uzak köylerinden birinde hayvancılık yapan babasına yardım eden Fidan aynı zamanda yetim iki kardeşini de büyütmektedir.15 yaşında ki Fidan kendisinden 20 yaş büyük ama zekâ yaşı ancak 7 -8 yaşında olan Salih ile evlendirilir. İki yarımın evlilikleri iki oyun arkadaşı çocuk kıvamında ilerler.

Nikâhları kıyılırken Salih’in telaşı kendisine söz verilen akıllı telefona bir an önce kavuşmak iken, Fidanın haleti ruhiyesi korku ve tedirginlik. Bu korku ve tedirginliği yüz ifadesiyle 13 yaşındaki oyuncu Ece Tatay etkileyici bir performansla veriyor. Özellikle Salih’in annesi rolünde ki Hülya Böcekli’nin oyunculuğu çok iyi. Yaz dizilerinde gördüğümüz, takma kirpikli, rujlu, badana yapar gibi fondöten sürmüş, mini etekli köy kızlarının (!) yanında Ece Tatay,  güneşten yanmış doğal ve makyajsız yüzü, incecik silueti ve sahici şivesi ile o kadar duru, güzel ve gerçek ki. Diğer yan oyuncular da aynı oranda doğal ve sahici.

Film birçok festivalde ödül almış olmasına rağmen bazı eleştirmenlerden olumsuz geri dönüşümler de almış. Teknik eleştirilerin yanında aldığı en büyük eleştiri, çocuk evliliklerine dikkat çekmesi gerekirken tam tersine, bir çocuk evliliği güzellemesi olduğu yönünde. Hem fikir olunan konu oyunculukların iyi olması. Sinematografi, senaryo, film müziği vb. teknik eleştiriler uzmanların anlayacağı bir konu ama ben müziklerini de sevdim

Ben çocuk evliliği güzellemesi olduğu eleştirisine katılmıyorum. Çocuk evliliği konusunu kanırtmadan satır arasında naif bir dille veriyor. Meseleyi anlatmak için ille kışkırtma yapmak, iç karartmak gerekmiyor bence. Evet, çocuk gelinler bu filmdeki gibi rahat şartlarda yaşamıyor çoğunlukla. Maalesef çok daha ağır ve insanlık dışı durumlara maruz kalıyorlar. Ama bu filmde çocuk gelinden daha farklı bir hikâye söz konusu. Toplum tarafından eksik görülen iki insanın bilinçsiz olsa da, birbirini tamamlama çabası.

Çocuk evlilikleri konusunda söyleyecek sözlerim var elbet ama o başka bir yazı konusu.

Filmde alt metinde anlatılan bir başka konu daha var. Zekâ özürlü bir evlada sahip anne babanın çözüm arayışı. Engelli annelerinin en çok üzerinde düşündüğü konu kendilerinin ölümünden sonra çocuklarına ne olacağı. Böyle bir evlat olan Salih’in anne babası da kendilerince insani bir çözüm bulmuşlar. Salih ile Fidan’ın evlilikleri gerçek bir evlilikten çok iki çocuğun oyun arkadaşlığı. Bunu en güzel anlatan ise, kış için kurutulup hazırlanan erzakları ziyan edeceklerini akıllarına bile getirmeden, birbirlerine su sıkarak oynadıkları sahne. Aile Fidan’a da kendi evlatları gibi davranıyorlar. Memleketinde kalsa daha iyi bir hayatı olması mümkün görünmeyen yetim Fidan’ı bir nevi evlatlık alıyorlar. Ve aslında annenin bir sahnede dile getirdiği gibi “dert birken iki oluyor”.

Tabi engelli bir bireyin sorumluluğunu kendi isteği dışında zavallı bir kızcağıza bırakmak ne kadar etik? Buda diğer bir soru ama zaten kadına soran kim?

Yani mesele o kadar basit değil.

Filmi sevdim. Naif, zaman zaman tebessüm ettiren bazen da inceden bir yerleri sızlatan sahici bir film.

Fidan’ın da racona uyup kayınvalidesini çekiştirdiği sahne favorim oldu. Ne kadar küçük ve cahil de olsa kadın kişisinin, erkek üzerindeki etkisi hemcinslerimle gurur duymama sebep olsa da, bir yandan da tırsmadım değil.

Bence iki yar1mdan, bir Film!  olmuş…












14 Temmuz 2018 Cumartesi

BURASI SOSYAL MEDYA


BURADA GÖRGÜ KURALLARINA LÜZUM YOK ... mu ?



SOSYAL MEDYA

“Mirim bizim zamanımızda Beyoğlu’na en güzel elbiseler giyilmeden çıkılmazdı. Hanımefendiler şık şıkıdım tayyörlerini giyer dantel eldivenler, tüllü şapkalar takarlardı. Biz de Grand tuvalet onlara eşlik ederdik. Taş plaklarda Müzeyyen Senar, Münir Nurettin dinlerdik”  diye anlatan amcalar yerini yeni nesle bıraktı.

“Biz sokaklarda oynayan son nesildik. Çember çevirir ip atlardık. Kilimleri kaldırıma serer evcilik oynardık. İlk cep telefonunu amcam almıştı. Sahra telefonu gibi antenli falan, kocaman bir şeydi. Dünyanın parasını verdiydi “ diyen nesil daha 20 sene öncesini anlatırken tarih öncesinden kalma muamelesi görür oldu.

Daha yeni yeni oturmaya başlarken ekran kaydırarak akıllı telefon öğrenen nesil, sanal dünyalarında yaşar, mutlu mesut sosyal medyada boy gösterirken beklenmedik bir şey oldu.

“Aha ekranı kaydırıp telefonu açtım”  diye sevinç çığlığı anlatan amcalar teyzeler birden feysbuk(!) u işgal ettiler.”Aslan yeğenim”, “teyzesinin kuzusu” ,“hanimiş benim oğluşum” diye yorum yazarak, gençleri yerin dibine batırıp renkten renge soktular bu teknolojik işgalciler!

Haliyle yaşam alanlara daralan “Homo Zappiens’ler”   yeni sosyal medya mecralarına göç ettiler. Buralarda Dijital göçmenler den kurtulduklarını düşünürken Dijital melezler ” naber? Bak biz de geldik “  diye cee!  Yaptılar “cyber kids’lere”.

Bu çekişmenin en renkli atışmalarını daha yakın zamanlarda Twitter de gördük. Özgüvenlerini küstahlık boyutuna taşıyan  cyber kids’ler  #30YaşÜstüTwitterdanDefolsun diye heştek!  Açtı. Onların ataklarına 30 yaş üstü teknoloji melezleri  #ErgenlerTivitirdenGitsin  diye karşılık verdiler. ”Siz doğmadan biz buralarda tivitleşiyorduk, siz gidin instagramda dudak büzüp tepeden resim çekin, bak harçlığınızı keseriz görürsünüz “ yollu azarladılar. Aralarında ki farkı Twitter yazışlarındaki fark en güzel şekilde anlatıyordu.

Hâsılı kelam artık sosyal medya hayatımızın bir gerçeği, olmazsa olmazı oldu. İyi de oldu.

Popüler kullanımından bağımsız olarak sosyal medya oldukça etkili bir mecra. Artık geleneksel medya oldukça biçim değiştirdi. Eşik bekçileri denetiminde kâğıda basılan geleneksel medyanın yakın gelecekte tamamen dijitalleşmesi öngörülüyor.     Ekran başında oturup haberler beklenen günler çok geride kaldı. Artık her an her yerde habere ulaşmak mümkün. İki saat içinde haberler eskiyor ki; nerde kaldı yarın sabah çıkacak gazeteleri beklesin insanlar.

Geleneksel medyadaki tek taraflı bilgi akışı yerine sosyal medya çift taraflı bilgi akışını sağladı. Artık okuyucu veya izleyiciler sadece haber tüketen değil aynı zamanda üreten konumunda. Tek kaynaktan akan bilgilerin yüzlerce bazen binlerce kaynaktan iletilmesi bilginin kontrolünü zorlaştırdı. Hakikatin er geç ortaya çıkmak gibi kötü bir huyu vardır “ önermesi artık çok daha kısa sürelerde gerçekleşir oldu.

Kişiler ve ülkeler kıtalar arasındaki mesafeler kalktı. Artık dünyanın her yanına saniyeler içinde ulaşarak bilgi alışverişi yapabiliyoruz. Eskiden ulaşılması yıldızlar kadar uzak görünen yıldızlar (!)  artık bir tık kadar yakın.

Sanal bile olsa sosyal bir alan olduğu için de, insanların bir arada yaşamasını kolaylaştıran, düzen getiren sosyal kurallar ve normlar oluşması gerekti haliyle. Ama birbirinden tamamen farklı değer yargılarına kültürel birikimlere sahip, farklı kuşaktan hatta farklı coğrafyalardan, farklı dil ve dinlerden olan insanların ortak değerler, kurallar, normlar belirlemesinin zorluğu da ortada.

Ortak birçok noktaya sahip toplumlarda bile geleneklerin, kuralların oluşması, toplumsal mutabakatla kabul edilip içselleştirilmesi, kuşaklar arasında devredilmesi nesiller ve yıllar alırken bunun sanal ortamlarda gerçekleştirilmesini kısa sürelerde beklemek çok gerçekçi görünmüyor.

Ama bu kuralsızlığın açmazlarını zararlarının da hepimiz farkındayız.

Aslında oldukça yararlı olan sosyal medya mecraları bilinçsiz kullanımla bir çöplüğe dönüşüyor.

Hele de gerçek hayatında toplum baskısı yüzünden kendine çeki düzen vermek zorunda kalan insanlar, gerçek kimliklerinden sıyrılıp sanal isim ve resimlerin arkasında, her türlü baskıdan azade, tabiri caizse tam bir mahalle kabadayısı gibi terör estirir oldular.

Sosyal kompleksler, kişisel açmazlar, vıcık vıcık görgüsüzlüklerle küstahça sergilenir oldu. Trollerden bahsetmiyorum burada. Normal hayatta hemen etrafımızda yakınımızda olan, aynı ortamlarda alışveriş ettiğimiz, aynı merdivenlerden çıktığımız, aynı parklarda oturduğumuz normal sıradan insanlar. Paylaşımların altındaki yorumlara biraz göz atmak bile ne dediğimin anlaşılmasına yeterlidir diye düşünüyorum.

İşin suç boyutunu oluşturan taciz, sanal zorbalık, kişisel hayatın gizliliğini ihlal, virüsler, korsan yazılımlar aracılığıyla yayılan kötü niyetli içerikler elbette ki güvenlik güçlerinin görev alanı.

Ama günlük hayatımızdaki sosyal medyada görgü kurallarına normlara şiddetle ihtiyaç duyulduğu da bir gerçek. Bunlar otokontrol mekanizmalarının devreye sokulmasıyla, sosyal ödül ve ceza uygulamalarıyla mümkün olacaktır.

Normal hayattaki değişimlere ayak uydurmakta zorlanan insanların hızla değişen, yenilenen, hatta anında eskiyen dijital alanda bunları kısa sürede gerçekleştirmesi de o oranda zor ama yine de mümkün.

Herhalde burada en büyük görev dijital yerlilerle dijital göçmenler arasında bir geçiş nesli olan dijital melezlere düşüyor. Her iki kuşağın davranış kalıpları hakkında bilgi sahibi olan, her iki kuşağa ait davranış özellikleri gösteren melezler bu konuda daha yetkin ve zannedersem de bu konularda daha gönüllü. ”De ayrı yazılı” hatırlatmaları bir espriye dönüşse de, aslında etkili oldu ve yazım kurallarına daha dikkat eder olduk.

Ne dersiniz bu görgü kurallarını tespit ederek mi başlasak işe.

Mesela büyük harf kullanmanın normal hayatta karşıdaki kişiye bağırmak anlamına gelmesi gibi… J J J

Hamiş  ( Dijital yerli, dijital göçmen kavramlarını ilk defa Marc Prensky ortaya atmıştır.)