31 Ocak 2015 Cumartesi
26 Ocak 2015 Pazartesi
UYMAZSA UYDURALIM : SOLOMON ASCH
Mevlana anlatır ki;
Bir zamanlar, şimdiki gibi hafta sonu tatillerinin
olmadığı, pazartesi sendromu diye bir şeyin bilinmediği günlerden birinde,
zavallı çocuklar okula gitmekten bezmişler! Günler boyu beklemişler ki bir gün
olsun hoca mektebe gelmesinde tatil yapsınlar!
Ama hoca inatçımı inatçı, aynı zamanda da vazifeşinas.
Bir güne bir gün ne hastalanmış ne de bir işi çıkmış. Her Allah’ın günü
erkenden gelmiş sınıfa, zavallı öğrencilere dünyayı dar etmiş.
Çocuklar bir gün kendi aralarında bu durumdan
yakınırken, sınıfın en afacanı gözlerinde şimşekler saçarak haykırmış
-Buldum buldum, Yarın okul tatil olacak arkadaşlar.
Çocuklar hayretle bakmışlar:
-Hiç merak etmeyin demiş, küçük afacan, yarın hepiniz
benim söylediğim şekilde hareket edin görün, olmazsa ne ceza verirseniz razıyım
Ertesi sabah yine hoca erkenden gelerek
kürsüsüne kurulmuş.
İlk giren çocuk:
-Hocam geçmiş olsun neyiniz var’’ demiş?
Hoca başını bile kaldırmadan ‘’saçmalama geç otur
yerine’’ diye terslemiş.
Biraz sonra sınıfa giren ikinci çocuk
-Hocam ne oldu size böyle, geçmiş olsun’’ deyince Hoca
yine ters bir şekilde ‘’hiçbir şeyim yok’ ’cevabını vermiş. Arkasından sınıfa
giren her çocuk benzer şekilde geçmiş olsun dileklerini iletince, Hocayı bir
endişe almış. En son sınıfın afacanı ,’’arkadaşlar bugün lütfen gürültü yapmayalım,
bakın Hocamız çok hasta’’ deyince artık hocanın pili bitmiş, hasta olduğuna
iyice inanmış.
-Çocuklar hadi evinize bugün tatil ben eve gidip
yatayım’’ deyip çocukları eve göndermiş.
Çocuklar güle oynaya eve gelip velilerine, Hocanın
hastalandığını, okulun tatil olduğunu söylemişler.
Bu arada Hoca ağrılar içinde titreye titreye zorlukla
eve gelmiş, Hanımına:
-Çabuk bana yorgan getir, ıhlamur kaynat hastayım
ölüyorum ‘’diye emir vermiş.
Hanımı şaşkın şaşkın bakarak Hocanın dediklerini yapmış.
Üç dört kat yorganın altında kan ter içinde inleyerek yatan hocayı
öğrenci velileri ziyarete gelmişler.
-Hocam geçmiş olsun, hastalığınızdan hiç
haberimiz olmadı, nasılsınız şimdi?
Diye sorunca hoca inleyerek cevap vermiş .
-Valla benimde hiç haberim yoktu aslında. Allah razı
olsun çocuklar haber verdiler de, ne kadar hasta olduğumu anladım ‘’demiş.
Uyma konusundaki ilk sistematik deneyi Solomon
Ash 1950 li yıllarda yapıyor. Deneyde sahte deneklerin arasına gerçek
bir denek alınarak bir gurup oluşturuluyor. Deneklerin ellerine farklı
uzunlukta çizgilerin olduğu birer kart veriliyor. Karşılaştırma kartı
gösterilerek bu çizginin aynısını göstermeleri isteniyor. Aslında doğru cevabın
çok açık olduğu bu soruya sahte denekler yanlış cevap veriyor. Bu durumda
yalnız kalan gerçek denek bir hesaplaşma içine giriyor. Ya bile bile
yanlış çizgiyi göstererek topluma uymalı ve kendi duyumlarından çıkardığı
sonucu inkâr etmeli ya da gruptan farklı görüşte olduğunu ifade ederek sosyal
sonuçlara katlanmalı. Vee yüzde 35 oranında denek apaçık fiziksel
kanıtları inkâr ederek gurup baskısına boyun eğiyor ve guruba uyma
davranışı gösteriyor.
Grup içinde sadece bir denek bile farklı fikirde
olduğunu ifade edince, gerçek deneklerin uyma davranışı yüzde 25’e iniyor.
Enteresan olansa o bir kişi denkten farklı bir seçeneği gösterse bile
uyma baskısını hafifletmiştir. Evet, müttefik kişinin, deneğin görüşünü
paylaşması değil sadece çoğunluğun görüş birliğini bozması bile uymayı azaltmak
için yeterli olmuştur.
Yani doğru bildiğini cesaretle söylersen seni
destekleyecek kişilere yol açmış olursun.
Yoksa…
Festinger şöyle diyor.
Eğer kişinin sahip olduğu bir inanç, bilgi ve de tutum
yine o kişinin sahip olduğu bir başka bilgi, inanç ya da tutumun tersini
gerektiriyorsa ‘’bilişsel çelişki’’ vardır ve bu kişiye sıkıntı
veren bir durumdur.
Mesela
‘’Sigara kanser yapar’’
‘’Ama ben bir sigara tiryakisiyim’’
Bu durumda kişi ya sigara içme davranışını terk eder
ya da bu davranışına haklılık kazandırma arayışına girer.
‘’Sigara kilo almamı engelliyor ya da stresimi
gideriyor’’ gibi.
Bu duruma Haider ‘de şöyle katkıda
bulunuyor.
‘’İnsan denge arayışı içindedir. Dengesiz durumlar
psikolojik rahatsızlığa neden olur ve denge durumuna geçmek için çaba sarf eder’’.
Yani inandığın gibi yaşamazsan yaşadığın gibi inanırsın.
Hikâyenin başındaki zavallı hocanın durumuna düşersin.
Kendime Not. Lütfen kendi doğrularını kazanmak için
zahmete gir. Gençlik ve çocukluğumuzun kâbusu ‘’el âlem ‘’ve ‘’birileri’’ için
değil kendin için doğru olanı yap. Doğrularının peşinden git ve cesaretle
arkasında dur. Suyun üstündeki saman çöpü olma. İnan ki kazanan sen olursun…
3 Ocak 2015 Cumartesi
28 Aralık 2014 Pazar
KAFDAĞININ ARDI MI ? ULUDAĞ MI?
Kıymetinizi bilin efendim. Bakın
üşenmedim film afişini bile buldum sizin için...
KAFDAĞININ
ARDI MI? ULUDAĞ MI
Titrek
alevlerle yanan bir şömine, üstünde bir şamdan. Duvarlarda çeşitli otantik objeler.
Filiz Akın yüzü kameraya dönük ve oldukça hüzünlü. Onun kolundan tutmuş Ayhan
Işık üstünde balıkçı yaka, robası kar motifleri ile süslü bir kazak, Ayağında
boğazı kürklü bir çizme. Bir şeyler söylüyor ve hızla dönüp kapıdan çıkıyor.
Filiz Akın arkasından bir hamle yapıyor ve sonra aniden durup
hıçkırıklara boğuluyor… Galiba Karlı Dağdaki Ateş filmi.
Türkan
Şoray otelin kapısından fırlıyor. Bir eli yüzünde, omuzları hıçkırıklarla sarsılıyor.
Arkasında kapıda Kadir İnanır beliriyor, hüzünle arkasından bakakalıyor. Artık
Türkan sultan neye kızmış… Kadir İnanır onu eziklemiş mi yoksa en yakın
arkadaşının pembe panjurlu ev vaadine mi kanmıştır bilinmez.
Türkan Sultan arabasına biner,
araba patinaj yaparak fırlar… Biraz sonra kar fırtınası ve tipiden göz gözü
görmez hale gelir ve araba kara saplanıp kalır… Karlara bata çıka gelen Kadir
İnanır görünür sonra, arabanın ilerleyemediği yolda Kadir İnanır gelir ve
sevdiceğini kurtarır. Türkan Sultan tripleri bırakır ve sarılırlar
birbirlerine…
Efendim
benim Uludağ algımı şekillendiren bu ve benzeri filmler oldu. Tamam, tam olarak
sahneler böyle olmamış olabilir ama bütün filmleri anlatacak değildim ya
birazcık copy paste yaptım. Kendi kurgumu oluşturdum. Ama bütün bu ve benzeri
filmlerde Uludağ ulaşılmaz, erişilmez sosyete mekânı olarak resmedildi.
Daha
onlarca filme plato olmuş Uludağ’da gözlerim Türkan Şoray’ları Ediz Hun’ları,
Filiz Akın’ları aradı ama nafile. Hatta ikinci sınıf bir dizinin üçüncü sınıf
karakter oyuncusuna bile razıydım ama heyhat… Halk burayı da doldurunca
vatandaşlar Uludağ’a da gelmez olmuşlar. Zamanında bize Kaf Dağı’nın ardı gibi
gelen Uludağ’da ayağa düşmüş. Bütün halk burada…
Türkiye
de sosyetenin de işi zor be anacım. Eskiden Avrupa seyahatine giden pırlantalı
sosyete hanımefendiler vardı. Ama halk oraları da işgal etti. Siz Paris’te
Champs –Elysees’de Foursquare ‘da yer bildirimi yaparken yan masadan Türkçe
konuşan birilerinin sesiyle yerinizden irkiliyorsunuz.
Yunan adaları bile Türk turistler
tarafından işgal edilmiş halde. Esnaf Türkçeyi sökmüş sizinle Türkçe
pazarlık ediyor. İsviçre’nin falanda süksesi kalmadı. Bir ara Miami falan vardı
ama oradan da ev bile alanları duyuyoruz.
Eee
naapsın bizim sosyete, Kristof Kolomb gibi Türk halkın elinin ulaşmadığı bakir
alanlar keşfine mi çıksın? Ya da uzayda
koloni mi kursun?
Yani
Uludağ’da ne sosyete ne Film artisti kalmamış, göçmen kuşlar gibi göç edip
buraları mahzun bırakmışlar. Ama yalan olmasın gecenin 1.30 unda lobiyi şuh
kahkahalarla inleten çakma sarışın birkaç teyze gördüm ama sosyetemsiydi
bilmem. Cemiyet dergilerinde falan görmedim de biraz sosyeteye
benziyorlardı
Birde ne içim de kaldı biliyor musunuz?
Bembeyaz karların üstünde bir mangal yapamadım. Of of ne güzel olurdu ekmek
arası sucuk mangal. Hani Sekreter filminde Hülya Avşar hamisi, onu kötü yola
düşmekten koruyanı, yaşlı amca ile Uludağ’da otelin önünde yapıyordu ya işte öyle.
Hani sonrada karların üstünde bata çıka koşup gelen, esas oğlan Tolga Savacı
ile kavuşuyorlardı.
Nede olsa Divası Avrupa’da otel
odasında ütü üstü sucuk yapmış bir milletin ahfadıyız. Can çekiyor işte.
Artık
bir dahaki sefere atmazsam arabanın arkasına bir mangal…
HAMİŞ: Bilin bakalım ne oldu son akşam otelimize Ali Ağaoğlu ve Terzi Yamağı
Barbaros Şansal geldi. Yani durum o kadar da umutsuz değil.
Manzara aynen budur efendim!!..
BLOG YAZMAK ZOR İŞ
Ay bu blog yazmak ne zor işmiş.Aynı sarma sarmak gibi.Saatlerce yazıyorsun 15 dakikada okunup bitiyor.
O Mardin resimleri varya Allah inandırsın 1200 resmin arasından seçtim.Sadece o kadarcık mı derseniz tabi ki değil hepsini yayınlayamazdım herhalde.Birde Japon turistler gibi elimde fotoğraf makinesiyle şaşkın şebelek bakınırken herşeyi çekmiş olduğumu farkettim.Yani yayına uygun sanatsal resimler değiller.
Ama artık bundan sonra daha özenli olacağım resim çekme konusunda .Yine de sanatsal resimler olmayacağı konusunda size teminat verebilirim.
TAŞIN SANATA DÖNÜŞTÜĞÜ ŞEHİR MARDİN
Taşların dile geldiği şehir Mardin
Mardin hakkında hayalinizde çarpıcı bir tablo oluşmasını istiyorsanız şehre akşam girmenizi tavsiye ederim.Kızıltepe yolundan ilerlerken ihtişamlı bir manzara karşılıyor sizi. Görüntü
bir eski zaman güzelinin boynundaki altın ışıklı bir gerdanlığı andırıyor.Gündüz aydınlığında uzaktan ele vermiyor şehir kendini.ancak içine girince fark ediyorsunuz taş kesilmiş sanatı.

Geceleri Suriye'nin ışıkları görülebiliyordu.Tabi bizim gittiğimizde durum böyle kangrene dönüşmemişti.





Bahçenin ortasındaki havuzda yıldızların yansımalarından astronomi hesapları yapıldığı ve ders verildiği de söyleniyor.


Müze olarak ziyaret edebiliyorsunuz .Çok uygun fiyata çok güzel gümüş takılar ,hediyelik eşyalar ve ortodoks inancını anlatan kitaplar var.
GÜNEŞ MABEDİ
Mabedin tavanı çok enteresan.hiç bir harç,kum ,kireç vs kullanılmadan inşa edilmiş.Taşlar verev bloklar halinde kesilip doğal bir kilit sistemi oluşturularak birleştirilmiş,Tek bir taş 2 ton civarında .Toplamda 500 tona ulaştığını söyledi rehber.Bunu duyunca nefesimiz daraldı, zor attık kendimizi dışarıya