MASAL DİNLEYEN
ÇOCUKLARDIK BİZ
Masallarımız
vardı bizim, çok eskilerde kalmış gibi görünen ama aslında daha dün gibi hatırlanan.
Masal anlatan dedelerimiz ninelerimiz vardı.
Ne çok severdim
masal dinlemesini. İlk masallarını hatırladığım aile dostumuz Rukiye Teyze’nin
Kars şivesiyle anlattığı masallardı.
-Bi kısso varmış,
bi de onun degenegi, diye başlardı anlatmaya. Uzun kış gecelerinde aile ile
akşam oturmasına giderdik.” Her genç kızın rüyası Zetina Dikiş makinasının”
pedalıyla oynardık uzun uzun. Makinenin ve bizim zarar görmememiz için
lastiğini çıkarırdı büyükler. O zaman dikiş makinesi çalışmaz, sadece pedalı ve
yanındaki tekerleği dönerdi. Dolmuşçuluk oynardık o dikiş makinesiyle. Oyundan
sıkılınca da büyüklerin yakasına yapışırdık ille de masal anlat diye.
O zaman başlardı
büyülü dünyamız…
Sonraları
okumayı öğrenince ben de masal anlatmaya başladım, okuldaki, mahalledeki
arkadaşlarıma.
Kentsel
dönüşümün henüz uğramadığı küçük Ege şehirlerinden birinde bahçeli evlerin
olduğu sokaklarda doyasıya oynardık. Susayınca terli sırtlarımızla komşu
teyzelerden birinin kapısını çalar, bahçedeki çeşmeye ağzımızı dayar, sırayla
kana kana su içerdik. Yakan top, kaydırak, beştaş,9 kiremit, çelik çomak ve
daha onlarca çeşit oyunumuz vardı. Bahçe yıkandıktan sonra kapıların önünde
akan suda kâğıttan kayık yüzdürürdük de kimse “ayy mikrop kapacaksınız “diye azarlamazdı.
Arada bir anlaşmazlığa düştüğümüz, kavga ettiğimiz de olurdu. Çelme çakan
arkadaşımızla, daha dizlerimiz kanarken yumruklarımızı sıkıp kavgaya tutuşurduk,
ama iş fazla büyümez, komşu teyzelerden biri araya girip herkesi yatıştırırdı.
Yorulup acıkınca el tezgâhlarında dokunmuş kilimlerimizi kaldırım üstüne yayar
evcilik oynamaya başlardık. Yine komşu teyzelerden birinin elimize tutuşturduğu,
üstüne toz şeker ekilmiş Sana yağlı, yâda salçalı ekmeklerimizi iştahla yerken,
işte o zaman masal anlatma vakti gelirdi. Kitap okumayı sevdiğim için, ben de
daha çok masal olurdu ve genel de masal anlatma görevi bana düşerdi.
Dede Korkut,
Binbir gece, Keloğlan masalları anlatırdık. Develer tellal, pireler berber iken
başlardı masallar. Hep az gider uz gider dere tepe düz gider ama ancak bir arpa
boyu yol giderdik.
Neler yoktu ki o
masallarda. Fakir ama padişah kızına talip olacak kadar özgüvenli Keloğlanlar,
Tepegözler, kılık değiştiren peri kızları, ağlayınca inciler saçan güldükçe
güller açan güzel kızlar, derdini sabır taşına anlatan yetim sultanlar, ağlayan
ayvalar gülen narlar, korkunç ama merhametli dev anaları, bir adımda dağlar
aşan ifritler daha neler.
Genelde
padişahların üç kız ya da üç oğlu olurdu. Hep kızların en küçüğü en güzel, en
akıllı ve en iyi kalpli olurken, şehzadelerin de en yakışıklısı, en cesuru, en
güçlüsü en küçük şehzade olurdu. Masalların sonunda muhakkak iyiler kazanır,
sonrasında kerevete çıkılır, gökten düşen üç elma hepimize isabet ederdi.
Masal anlatmanın
mekânı yoktu. Her yerde anlatılabilirdi. Okulda teneffüs aralarında, sokakta
kaldırıma yaydığımız kilimlerin üzerinde, boş arsalardaki taşları dizerek
yaptığımız evlerin içinde… Ama en zevklisi uzun kış gecelerinde anlatılanıydı. Isınma
için tek vasıta soba olduğu için, genelde tüm aile evin en büyük odasında
kurulan sobanın olduğu odada yatardı. Yer yataklarına yâda divanlarda açılan
yatakların içine uzanır, yorganı boğazımıza kadar çeker, lambayı söndürür
tavana vuran soba alevlerinin oynaşan ışığında annemizin anlattığı masalları
dinlerdik.
Şimdiki çocuklar
gibi dokununca kırılan camdan psikolojilerimiz yoktu. Yaramazlık yaparken
kulağımızın çekilmesini, ya da terlik yemeyi de göze alırdık. Ama
hiperaktifliğimiz, disleksimiz, astımımız, çeşit çeşit alerjilerimiz de yoktu.
Artık,
annaleremizin, babaannlerimizin, dedelerimizin, ninelerimizin, bibilerimizin,
amelerimizn, nenolarımızın anlattığı yüzlerce seneden süzüp gelen, binlerce
insanın katkısı olan masallarımız yok. Onun yerine psikolog tavsiyesiyle
yazılan masallar var. Atına atlayıp kılıcını kuşanan şehzadeler yerine çuf çuf
trenler, tepegözler yerine parka giden tavşancıklar, peri kızları yerine avm de
alışveriş yapan Sindy’ler, bir dudağı yerde bir dudağı gökte devanaları yerine
tek boynuzlu unicornlar var.
Yok hayır… Bu
günlerin yerine o günleri önermiyorum. Sadece o günleri özlüyorum. Ama O günlerinde,
o masallarında artık “masal” olduğunu biliyorum.
Ama zaman zaman
da düşünmüyor değilim, acaba o masalların yerine koyduklarımız yetiyor mu?
Peki, o zaman geleneksel masallarla değil,
sadece psikolog eşliğinde yazılan naif masallarla büyüttüğümüz çocuklarımız,
biraz büyüyünce ya da ergenlik çağında, neden o ucube romanlara sarıyorlar?
Bizim kaybolan Keloğlan, Dede Korkut ya da Bin bir Gece masalları yerine, vampirlerin
zombilerin kurt adamların olduğu romanların dizilerin müptelası oluyorlar.
Bilmiyorum…
Sadece düşünüyorum…
Acaba bu konuda
akademik araştırmalar yapmak gerekir mi ki?